'İlahi adalet bekliyorum'

Sakık, Okkan suikastının yapıldığı gün kendisinin de öldürülmek istenildiğini iddia ederken, "ilahi adalet beklediğini" söyledi.

'İlahi adalet bekliyorum'

Ülke kamuoyunda büyük yankı uyadıran Parmaksız Zeki kod adlı Şemdin Sakık'ın, Genel Yayın Yönetmenimiz Ömer Büyüktimur'a hitaben yazdığı, mektubun son bölümünde, andıçı red etmesiyle başına gelenleri anlattı. Suikast sonucu 5 polis memuruyla şehit edilen Diyarbakır Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan olayının yaşandığı günde, kendisinin de öldürülmek istenildiğini söyleyen Sakık, bireysel hiçbir haklarına kavuşamadığını iddia etti.

‘BAŞVURULARIMA CEVAP GELMİYOR’

Sorunu İnfaz Hâkimliği’ne götürdüm. Konuyu ele almak için taleplerimin ret edildiğini gösteren belge istendi, taleplerimi ret ettiklerine dair belgeyi cezaevi idaresinden almak bile mümkün olmadı. “Bireysel haklarım için bazı çevreleri sevindirecek hareketlerde bulunmayayım” düşüncesinde pasif bir eyleme bile yönelmedim. Dilekçe yöntemini de denedim. Cezaevi Savcılığına, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’na, Cezaevleri İzleme Komitesi’ne, Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Hakları Komisyonu’na, Cezaevleri Genel Müdürlüğü’ne, Adalet Bakanlığı’na ve bana yardımcı olabileceğim kişi ve çevrelere dilekçe üstüne dilekçe yazdım. Bazı dilekçelerime hiç cevap gelmedi, bazılarının ise bir alt makama havale edildiğini duydum, ama hiçbir olumlu sonuç çıkmadı.

‘BAŞBAKAN YAPAMADIYSA BEN NE YAPABİLİRİM?’

Genel müdürlerin hatta Bakanların bile ortadan kaldırmadıkları bu uygulama sürüp günümüze geldi. Eh, bu ülkenin Başbakanı bile 10 yıl iktidarda, hem de Anayasa’yı tek başına değiştirecek çoğunluğa sahip olduğu halde 28 Şubat sürecinin koyduğu engeli aşıp başörtülü eşiyle resepsiyonlara katılamadıysa, benim gibi bir gariban ne yapabilir ki! Hiç bir girişim sonuç vermedi, çünkü 28 Şubatçılar denilen o karanlık odağın emri demir kesmeye devam ediyordu. Aslında haklarında birçok şey bildiğim için bulunduğum cezaevinde öldürülmemi bile kararlaştırıyorlar. Sonradan aldığım istihbara göre; Silopi’de HADEP’lilerin, Diyarbakır’da Gaffar Okan’ın vurulduğu gün beni ortadan kaldırmak istiyorlar. Operasyonun üçüncü ayağını gerçekleştirmek için cezaevine kadar sokuluyorlar, cezaevi yönetimi izin vermeyince dosyamı karıştırmakla, hem adliyedeki hem de cezaevindeki dosyamda bulunan ve ileride bana yarayacağını düşündükleri belgeleri almakla yetiniyorlar. Dönmek üzere gidiyorlar, gidiyorlar ama hayatımı borçlu olduğum Kasa Tipi uçağın Malatya’da düşmesi sonucunda bir daha dönemediler. Katillerin tümü o uçakta sırlarıyla birlikte toprağa gömüldüler.

‘SAVUNMA ALINMADAN CEZA VERİLDİ’

Benimle yetinmediler; bana reva görülenlerin bir benzerini kardeşime dayattılar: Kardeşim Arif Sakık, “Savunmam alınmadan hakkımda ceza hükmolunmuş, savunma hakkımı kullanmak için dosyanın yeniden açılmasını ve suçun sürekliliği ilkesi çerçevesinde atfedilen suçların bir dosyada birleştirilmesini istiyorum” talebinde bulundu. Başsavcı “aksi takdirde sizin için iyi olmaz” demişti ya, bu yaklaşımın bir sonucu olarak kardeşimin bu hukuki isteği, “askere gittiğin için suç kesintiye uğramıştır” denilerek anında reddedildi; ne gariptir ki kardeşimin askerlik yapmış olması, onun iki kez cezalandırılmasına gerekçe yapıldı.

 

‘BİZİM SUÇUMUZ ANDIÇ’I RED ETMEMİZ’

Eline silah almayan kardeşime Müebbet Ağır Hapis cezası yetmezmiş gibi, yeni bir dosya daha açıldı. Hazırlanan yeni bir iddianameyle kendisine İdam cezası verildi. O güne kadar “biz bu mahkemeleri tanımıyoruz” deyip siyasi savunma yapan militanlara, katillere, mahkeme huzuruna çıkan hemen her ağır suçluya eski TCK’nin iyi hali düzenleyen 59. Madde uygulanırken; kardeşim Türkiye’de tek bir gün silah taşımadığı, kendi iradesiyle örgütten ayrıldığı, gerek sorgu gerek mahkeme sürecinde yargıyı kolaylaştırmak için elinden gelen yardımı yaptığı, şiddetin sona ermesi için üzerine düşeni yerine getirdiği halde “iyi hal” bile uygulanmadı. Zira onların beklediği “iyi hal” iktidar savaşlarına araç olmamızdı, ama ben “andıç” denilen bu utanç belgesini imzalamayı reddetmiştim... Onlara göre affedilmez bir suç işlemiştim. İster siyasi, ister hukuki, ister insani bakalım; kardeşimin bir gün dahi cezaevinde tutulması için hiçbir neden yoktu. Velhasıl onurumuz adına “andıç” direndik, direnmenin bedelini ağır ödedik ve hala ödemeye devam ediyoruz. Ama bize çektirilen bir başka ceza oldu ki, o daha ağrımıza gitti.

‘İMZA ATIP KURTULABİLİRDİM AMA YAPMADIM’

Onu da açıklayayım: Önüme konulan bu isimlerin çoğu Türk kökenliydi. “Çak imzanı ne halleri varsa görsünler. Türkü korumak sana mı kaldı?” deyip vicdansız bir yaklaşım sergileyebilir ve ardından da dönemin RP hükümetinin yaptığı gibi “bana baskı yaptılar, imzalamak zorunda kaldım” diyerek kendimi savunabilirdim. İşte insanlığım gereği bunu yapmadım, çünkü ben de hiçbir zaman ne Türk düşmanlığı ne de masuma eziyet çektirme duygusu var olmadı. Çünkü annemin “masum insanların ahını alma” tavsiyesi her zaman aklımda kaldı.

Elbette ki doğruyu savunmak, hele hele kapalı kapılar ardında dayatılan yalana karşı doğruyu savunmak kolay değildi. Kolay olsaydı bu ülkenin başbakanları, bakanları direnirlerdi darbe girişimlerine. Böylesi zor günlerde direnmek için fedakârlık ve direnç gerekir. Ben gerekli bedeli göze aldım ve gerekli dayanıklılığı sergiledim. Hiç tanımadığım insanları canım pahasına korumaya çalıştım, en azından bazılarını daha kötü akıbetlerden korumuş oldum. Bunu yaparak insani görevimi layıkıyla yerine getirdim.

‘BEN ONLARI KURTARDIM AMA ONLAR SAHİP ÇIKMADI’

Bu direnişi gösterdiğim için başta isimleri “andıç” belgesinde geçenler olmak üzere kendine insanım diyen herkesin en azından bana teşekkür etmesi gerekirdi. Çengiz Çandar, “koskoca Türkiye’de bir Emile Zola çıkmadı” diyerek kendilerine karşı yapılan haksızlığa birilerinin ses çıkarmamasını eleştirmişti. Aslında değerini bilseydiler, o acımasız insanlara karşı sergilediğim direniş Emile Zola’nın tutumu kadar radikaldi.

Ama aradan 14 yıl geçmesine rağmen bana sahip çıkan olmadı. Sergilediğim direnişin bir bedeli olarak çektiğimiz acıları ya hiç görmediler, ya da nankör davrandılar. Sınırsız imkânlara sahip oldukları halde bir gün “bu adamın iyiliğini gördük, en azından doğruyu söyleyerek tuzaktan kurtulmamıza yardımcı oldu... Bugün maddi ve hukuki olarak yerlerde sürünüyor. Acaba bir yardımımız dokunmaz mı?” diyerek, bir biçimde yardımcı olabilirlerdi. En azından kardeşimin haksız yere ceza yatmasına engel olmak için bir şeyler yapabilirlerdi, ya da hiçbir şey ellerinden gelmiyorsa gönlümü yumuşatacak birkaç güzel söz söyleyebilirlerdi.

‘ALTAN PKK’DAN DAHA FAZLA LİNÇ ETTİ’

Ne yazık ki canım pahasına savunduğum Ahmet Altan’ın başında bulunduğu gazete PKK’den daha fazla beni linç etme kampanyasına ortak oldu. Akın Birdal bir gün ismimi ağzına almadı. Ama öte yandan en az savunmak zorunda kaldığım Fatih Altaylı ise yaptıklarımı takdir etti ve kerelerce köşesinde yazdı. Gerçekten de Filozofun dediği gibi insan en karmaşık, en son anlaşılabilen derin bir gömüymüş. Katiline aşk, kurtarıcısına nefret besleyen ender canlı türüymüş. 50 arkadaşını katleden adamı Mandalla ilan edecek kadar gafil, amansız düşmanının hakkını teslim edecek kadar mertmiş. Canım pahasına savunduğum insanların gerçeğimize karşı duyarsız kalmaları “tecrit” ya da “haksız ceza” kadar, hatta ondan daha fazla bizi yaraladı. Yine de iyi ki öyle davrandım, doğru yaptığıma inanıyorum, en azından başım dik konuşuyorum. Evet, biz direndik, biz bedel ödedik, ama başkaları 28 Şubat kahramanı oluverdiler. Böyleyiz işte; arkadaş katilini Mandalla, tetikçiyi tanık, fırsatçıyı kahraman ilan etmekte üstümüze yoktur.

‘İLAHİ ADALET BEKLİYORUM’

Doğa eşitlikçidir; bu ilkenin gereği olarak canlı cansız her şeye bir sınır koymuştur, bu sınırın ismi “ölüm”dür. Doğa adildir, adaletinin gereği olarak “ceza” ve “ödül” sistemini kusursuz uygular. Kimi “alma mazlumun ahını çıkar ahes aheste”, kimi “eden bulur”, kimi “ilahi adalet” diyerek isimlendirir doğanın adaletini. Doğanın ödül yasası uyarınca kaliteli insanın çocuğu kaliteli yetişir; yazar Çetin Altan’ın çocukları yazar, sanatçı Kemal Sunal’ın çocukları sanatçı olarak insana katkı yaparlar. Doğanın ceza kanununun gereği olarak hırsızın çocuğu hırsı yetişir; hırsız Sırrı başta olmak üzere tüm hırsız kardeşlerimin çocukları da birer hırsız olarak yetiştiler, içlerinden tek bir tanesi eğitim görmedi ve emeğiyle geçinmeyi aklından geçirmedi. Şemdin denilen adamın hala yaşıyor olması ilahi adaletin Tiran’a ve tirancıklara verdiği cezadan başka bir şey değildir. Belki de tarihe tanıklık için yaşatıldım ilahi adalet tarafından.

İlahi adalet 28 Şubat mağrurları ve mağdurları için de geçerlidir. Adaletin yerini bulması için mağrurların mahkeme huzuruna çıkması ilahi adaletin tümüyle değil, bir yönüyle, yani ceza yönüyle tecelli etmesidir. Ama adalet de her şey gibi bir bütündür, parçalanmaz, sadece mağrurların yargılanması adalet sayılmaz. Bir de kurbanların mağduriyetinin giderilmesi, yani doğanın ödül kanunun tecelli etmesi gerekiyor, işte o zaman “adalet tecelli etti” diyebiliriz.

‘BİZİM İÇİN ÖMÜR BOYU SÜRECEK’

Evet, 28 Şubat birileri için çocuğunu, kardeşini, can dostunu toprağa verme; birileri için okuldan, işten, yurttan atılma; birileri için iktidardan düşme, birileri için tepeye tırmanma ve bankaları soyma anlamına geldi. Kardeşim için çok ama çok ağır ve de haksız bir ceza, benim için ise katıksız “tecrit” anlamına geldi.

Birileri için 28 Şubat 1000 yıl sürebilir, birileri için ise mağrurların sanık sandalyesine oturtulmalarıyla son bulmuş olabilir. Ama bu sürecin büyük mağdurlarından, yani sevdiklerini kaybedenler için 28 Şubat ne yazık ki ömür boyu sürecek.

Ben ve kardeşim için 28 Şubat hala devam ediyor, çünkü onların bize dayattıkları cezalar hala infaz ediliyor. Ne zaman ki bize yapılan bu haksızlık ortadan kaldırıldı, işte o zaman 28 Şubat bizim için son bulmuş olacaktır. Umarım ilahi adalet bu kez daha fazla gecikmez.”

Kaynak: Diyarbakır Söz