28 ŞUBAT 1997 TEHLİKESİ BİTMEDİ?!!

Sevgili okurlar.
28 Şubat 2015 günü Cumartesi gününe denk gelmesi nedeniyle; yazı yazamadım!
Bilindiği gibi Cumartesi-Pazar günleri teamül gereği köşe yazısı yazmıyorum.
Bu nedenle; 28 Şubat mevzuusunu bugün, has-i hal edeceğiz.
Evet, 28 Şubat 1997’deki vuku bulan “28 Şubat rezaleti!” demokrasi tarihi için "unutulmaz" bir kara lekedir. 
Hiç kuşkusuz ki; 
Türkiye’deki insanların kalbinden, beyninden ve ruhi derinliklerinden silinemez 28 Şubat postmodern zihniyeti!
O dönemin Genelkurmay Başkanlarından İsmail Hakkı Karadayı’nın zorbalığı ve Türkiye’ye karşı yapmış olduğu "acımasızca zulüm" hiçbir zaman unutulamaz.
Ki ondan sonra gelen Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun daha fazlasıyla olup bitenlere karşı kına yakarcasına “28 Şubat olayı bin sene devam eder” demesi de unutulmaz.
Çünkü onun bu ifadesi olup bitenlerin bir ölçüde güçlendirilmesiydi.
Askeri hiyerarşi olarak Kemalizm’in ve laikçiliğin olmazsa olmazı bir "hükümferman" olgusu ne yazık ki Türk Silahlı Kuvvetlerinin bünyesine kasıtlı olarak yerleştirilmiş bir slogan.
Oysaki tarih boyu harp tekniğinde dünyada dosta düşmana ibretli görüntü verirken, tarihi geçmişinden almış olduğu kahramanlık dersi tarih sayfasına geçerken, ne yazık ki cumhuriyet dönemindeki tüm o tarihi harp sanatını “vatanı koruma” görevini unuturcasına o izzetli, şerefli yüce kurumu daracık bir anlayışa mahkûm ettirmeye çalışıldı.
Ki tüm kutsal görevler arka plana atılmış, ordunun en önemli kutsal görevi (!); Laikçilik ve Kemalizm gibi anlayışları ön planda tutmak ve ordu kendi halkıyla mücadele etmeye zorlandı.
Öylesine bir hale gelinmişti ki yüksek komuta kademesi zincirinde olmazsa olmaz olan slogan; "irtica, irtica, yine de irtica" idi!
Söz de; "tek sorun" bu, başka bir sorun yok.
***
Bir yandan en büyük tehlike, inanan kesim ile "bölücü terör örgütü" dedikleri PKK’yı hedefinde tutuyordu.
Ordunun başka hiçbir görevi yokmuş gibi "göstermelik bir anlayışla" karşı karşıya bırakılmıştı.
Türkiye’nin neresinden gelirse gelsin Harp Okuluna müracaat eden her bir öğrenci çok sıkı imtihanlardan geçiriliyordu.
Hatta öğrencinin ailesinin namaz kılıp kılmadığı; soruluyordu, soruşturuluyordu ve sorgulanıyordu.
Öyle ki; görevli subay, astsubaylar parmağında gümüş yüzük bulunduğu için sorgusuz-sualsiz derhal “irticacılık” yaftası yapıştırılarak ordudan ihraç ediliyordu.
İkna odalarına alınıyorlardı.
İllaki laikçilik ve Kemalizm’in yanı sıra mezhepçilik de söz konusuydu.
Hele hele Bediüzzaman Said-i Nursi denince akan sular yönünü şaşırıyordu, başka mecralara akıtılıyordu.
Onlara göre; Said-i Nursi hain olarak biliniyordu…
Risale-i Nur eserleri adeta "afyon" gibi tehlikeli olarak gösteriliyordu.
Dönemin medyasına da ülkenin en büyük düşmanı Said-i Nursi olarak yansıtılmaya çalışılıyordu.
Refah-Yol Partisinin iktidarda olması onlar için en büyük şanssızlıktı.
Ne yapıp-edip alaşağı etmesi gerekiyordu, düşüncesiyle her zaman Genelkurmay bünyesinde brifingler düzenleniyordu.
Nice hâkim ve savcılar o brifinglere davet ediliyordu.
Genelkurmay Başkanlığı tarafından hâkim ve savcılara adeta “Yarın nasıl karar vereceksiniz” diye karar verme şekli bile peşinen biçimlendiriliyordu.
Tek kelimeyle yargı, adalet, içi oyulmuş birer tane boş kavram durumuna sokulmuştu.
* * *
Bugün gibi hatırlıyorum.
Bir gün merhum Başbakan Necmettin Erbakan, Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden, beraber bir merasimdeydiler.
Gazetecinin biri Erbakan’a;
“Türk Silahlı Kuvvetleriyle aranızda herhangi bir problem var mı” diye sorarken, merhum Erbakan cevaben şunu söyledi;
“Hayır, hiçbir problem yoktur. 
Biz ordumuzun emrindeyiz”
Bu ifade, beni hayli etkilemişti..
Bir Başbakan nasıl olur da, kendi emrindeki bir memura "emrindeyiz" diyebiliyor?
Belli ki; "İstemeye istemeye bu yanlış kelimeyi kullanmıştı. Çünkü zorlanıyordu."
Oysaki hiçbir Başbakan.
Hele ki, Cumhuriyet rejimiyle idare edilen bir ülkede, hiçbir hükümet ve hiç bir Başbakan ordunun emrinde değil.
Olamaz da.
Çünkü Ordu ve Genelkurmay Başkanlığı, Başbakanın emrinde olması gerekir.
Ama şartlar Erbakan’ı bunu söylemeye zorlamıştı.
Her nedense “Biz ordumuzun emrindeyiz” diyen Refah’ın lideri ve Başbakan Necmettin Erbakan bu ifadeyi kullanmak zorunda kaldıysa da geçerli olmadı.
Bilakis fazlasıyla kendini ele verdi.
Diğer bir gazeteci bu kez İsmail Hakkı Karadayı’ya bu paralelde bir soru sordu;
“Hükümetle aranız nasıl, Başbakan diyor ki biz ordunun emrindeyiz?”
Karadayı’nın vermiş olduğu cevap aynen şöyleydi;
“Hayır. Biz hiçbir zaman Atatürk düşmanlarıyla dost olamayız…” 
Yani kesip attı ve hükümete olan "husumetini" böyle kamuoyuna ifade etti.
Ve o günkü tüm MGK kararları Başbakan Erbakan’a bir bir imza ettirildi.
Bize göre merhum Erbakan Hoca çok değerli, çok imanlı, çok inançlı bir insan olmakla beraber, o pozisyonda kendini göstermemiş olsaydı, ya Başbakanlıktan inmezdi veyahut da istifa değil de, resmi plakalı aracını terk edip sıradan bir taksiye binip eve gitseydi, büyük bir ders-i ibret olurdu onlar için.
Ya da sine-i millet deseydi.
Ama yapmadı.
Nihayetinde 1997 Haziran ayında istifa etmek zorunda kaldı.
Onun yerine gelen üçlü koalisyon, Türkiye’yi oldukça bataklık ve uçurumun kenarına getir.
Bir yandan “PKK ile mücadele ediyorum” derken, İran yanlısı Hizbullah adını taşıyan bir örgütü oluşturdular ve acımasızca faili meçhul cinayetler işlenmeye başlandı.
Ülke çapında baba oğlu, oğul babayı vurmaya başladı.
Tıpkı 12 Eylül’deki askeri darbenin başındaki Kenan Evren’in uygulaması gibi.
Kenan Evren ne diyordu;
“Biz her gün bir tane soldan, bir tane sağdan alıp asıyorduk”
28 Şubat'ta bu seyirdeydi.
İran yanlısı Hizbullah oluşturuldu, PKK oldukça hız aldı, ama olan oldu.
* * *
Ülke en azından elli sene geriye gitti.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki yapılan keyfi zorbalıkların haddi hesabı yoktu.
Uygulamalar, keyfiyet ve idare, nerede ise JİTEM’in uzman çavuşlarının elindeydi.
Astsubaylar ve Uzman Çavuşlar ön planda rasgele işyerleri basıyordu, basını susturuyordu, yaz mevsiminde köylerde harmanlar yakılıyordu.
Öyle ki, gece PKK köyleri basıyordu, gündüz ise JİTEM basıp sorguluyordu.
Böylece ülke büyük badirelerle karşı karşıya kalmıştı.
Halk; artık bu zulmü, bu edepsizliği, bu çirkefliği kaldıramayacak duruma gelmişti.
Ve nihayetinde; 2002’de demokratik bir seçimle büyük bir çoğunlukla AK Parti iktidara geldi.
AK Parti’nin yapmış olduğu mücadele gerçekten inkâr edilemez.
Sayın Abdullah Gül’ün kısa süre Başbakanlığının başlangıcından tutun da Erdoğan’ın 11 senelik Başbakanlığı sürecine kadar.
Toplum tartışılmaz bir gerçekle; "biraz da olsa" rahat bir nefes aldı.
Ekonomi düzeldi, duble yollar yapıldı. 
Ve nihayet Türkiye için en büyük zafer “Marmaray, 3. Havaalanı, 3. Köprü ve Kanal İstanbul” projeleri bize göre ve hatta kamuoyu nezdinde AK Parti’nin bu başarı hareketi, Osmanlı İmparatorluğunu katlamış durumda.
Ama tüm bunlara rağmen, muhalefetin yanında geçerli olmadı.
Şaşkın bakışlarıyla, net görmeyen muhalefet, iktidarın “Ak” dediği her şeye “Kara” demeyi bir marifet olarak görüyor.
Bize göre tüm bunlara rağmen, tüm bu güzelliklerin en başında gelen AK Parti hükümetinin 12 sene içerisindeki en büyük başarısı ve mücadelesi Ergenekon ve Balyozcu Generallere karşı oldu.
Ama ne yazık ki gizli bir el, hükümetin bu kutsal eylemini neredeyse akamete uğrattı. 
Gün geldi, devran geçti. 
Neredeyse her yer tersyüz oldu. 
Müebbet almış, davası kesinleşmiş, Balyozcu ve Ergenekoncu generallerin tümü, başta 28 Şubatçılar dâhil olmak üzere kaşla göz arasında "tahliye" edildiler.
Şimdi; hepsi serbest!
Dosyalar tersyüz edildi. 
O görevi yapan hâkim ve savcıların tümüne “Paralelcilik” adı altında suçlama getirildi. 
Namaz kılan Polisler adeta Türkiye’nin en büyük tehlike unsuru durumuna sokuldu.
Ve hatta, "Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı kumpas kuruldu" denildi.
Ve bugün hala devam edilmektedir.
“Bu hamur daha ne kadar su götürecek?” sorusuna cevap da bulunamıyor bir türlü.
İnsan başka bir şey de düşünemiyor.
Demek ki eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun “28 Şubat bin sene devam eder” ifadesi paralelinde bugünkü olaylar o ifadesini ne hazindir ki güçlendiriyor.
O dönemlere ait Polislerin "canla-başla" çalışması, hâkimlerin ve savcıların yapmış olduğu o kutsal görevi "boşa çıkarıp" el çektirilmeleri, “Paralelcilikle” itham edilmeleri doğrusu; ciddi bir çelişki yumağıdır.
Ve bunu da bize göre hükümetin yapması ayrı bir garipliktir!
***
Zira yine aynı devletin bünyesinde oluşan o derin karanlık odaklar, bu kez Pensilvanya ile anlaştılar.
Ki, 17 Aralık ile 25 Aralık tarihlerinde "iktidarı devirme planları" organize edildi.
İktidar çok büyük bir badire geçirdi.
Gerçekten; 17 Aralık ile 25 Aralık tarihleri bir darbe girişimiydi.
Ama beceremediler.
Bu defa Taksim’de Gezi olayları planladılar, Türkiye'yi "kaosa" sürüklemek için. 
Nitekim bunda da amaçlarına ulaşamadılar.
Ama bu demek değildir ki herşey bitmiştir.
Şöyle bir halk deyimi var; “Su uyur, düşman uyumaz” misali.
İster “Paralel” olsun, ister devletin derin odakları olsun, ister 28 Şubat’çılar olsun, bu gizli tehlike seçimle gelen-giden tüm hükümetler için "bir tehdit" unsurudur.
Ve bu tehlike bize göre hep sürecektir. 
Çünkü kökenine inip bir türlü "batağı" kurutma gayreti içerisine girilmiyor.
Girilmediği için de; "ha bire" kumpaslar organize ediliyor.
Ne diyelim; "Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler…?"
Kalın sağlıcakla.
En derin saygı ve sevgilerimle.