AT İZİ, İT İZİ KARIŞIMI! (II)

Evet, sevgili okurlar.

Dünkü yazımızda da belirttiğim gibi; Türkiye çok kötü bir atmosfere girdi.

Ülkemizin başına bela olan bu terör neredeyse 50 seneden beri devam ede gelmektedir.

Gelen giden hükümetler, daha doğrusu parlamento dersek daha doğru olur.

Zira iktidar partileri olayları kesmek için ne kadar sorumluluk taşıyorsa, bir o kadar da muhalefette aynı sorumluluğu taşıması gerekir.

İllaki iktidar bir şeye “Ak” diyorsa muhalefetin “Kara” demesi ki böyle devam ede gelmiştir.

Bu da ülkeye bir şey kazandırmadı.

Kazandırmaz da!

O'nun için de oldukça zifiri karanlıklar içerisinde boğuşan ülkemiz ne yazık ki terörle mücadele hususunda bir türlü başarılı olmamıştır.

Başlık olarak kullandığımız “At izi, it izi karşımı” bu ülkeyi buraya kadar taşımış.

Ama dünkü Söz Gazetesinin sürmanşetine taşıdığımız geçmişe yönelik devletin kilit noktaları tarafından olayları karıştıran rant, rüşvet, kirli ideoloji uğruna insanların kanını malzeme olarak kullanan bir sistemin neticesi ancak bu olabilir.

Masum vatandaşların kanını neredeyse bir figüre malzemesi olarak kullana gelen sistem, bize her gün biraz daha çok önemli tecrübeleri kazandırmaktadır.

Olayları ters yüz eden rantiyeci sistemin nice senaristleri, her gün değişik senaryolar oynamaktadırlar.

Ama onlara da bir şey olmuyor.

Zira devletin, sözüm ona demokratik sistemin ve hukuk üstünlüğünün muhafızları durumunda kendini gösteren ve her gün biraz daha tehlike saçan olayların oluşmasında rol oynayan bu tür kahramanlar (!?), rahatlıkla ipte oynayan cambaz gibi her gün olup biten olaylara bir yenisini eklemekte görev alıyorlar.

Tarih tekerrürden ibarettir.

Her ne kadar Türkiye’nin değişmeyen âdeti üzerine bulanık atmosferlerde kendini gizleyen unsurlar, ne yaparsa yapsın illa ki kendini ele verirler.

Ama velakin, hukuk, kanunların işlemesi yerine zorbalık işleniyor.

Güçlü kimse, dönen dolaplar ve tezgâhlanan oyunlar hep onun lehine işleniyor.

28 Şubat, hiçbir zaman Türkiye’den ayrılmadı.

Ve her zaman kendi bünyesini koruyarak, devletin temel taşı durumunda olan bu tür askeri vesayet ve darbe oyunları, değişik oyunlarla on senede bir kendini gösteriyor.

“28 Şubat bin sene yaşayacaktır” diyen anlayış, kendine güvenerek bu lafı söylemiş ise de Ak Parti, iktidara gelir gelmez “Bizim mücadelemiz bununla olacaktır” diyen siyasetin ve iktidarın nice kahramanları (!?), ne yazık ki hep 28 Şubat’la mücadele edeceklerine dair vermiş oldukları sözler boşlukta kaldı, balon olup uçtu ve havada patladı.

24 Ocak 2001’de Diyarbakır’da Emniyet Müdürlüğü önünde merhum Gaffar Okkan ile beş tane koruma memuru vurularak şehit düşürülmesinde olayı gerçekleştirenler, kaşla göz arasında kaybolup kurtularak, o dönemde sistemde rol alıp oynayanlar gerek medya unsurları olsun, gerek siyaset dünyası olsun ve gerekse vesayet unsurları olsun.

Herkes ama herkes tarafından olay tersyüz edilip bu katliam cinayetinin faili Hizbullah örgütüne havale edildi.

Hizbullah örgütü ise o dönemde devlet tarafından ihdas edilmiş, PKK ile mücadele etmek için oluşturulmuş güçlü bir örgüttü.

Yine sol, sosyalist, bölücü medya unsurları, devletin PKK şiddetiyle başa çıkamayınca hemen dindar kesimlerle işbirliğine gidip, kendi taraflarına çekip, yasadışı bir zeminde kullandılar.

Hem de çok kötü kullandılar.

Aynı bugünkü gibi adaletin külahını zulmün başına giydirdiler.

Hukukun cübbesini hukuksuzluğun heykeline giydirdiler.

Antidemokratik mezalimin heykeline, demokrasinin, hukukun ve kanunların elbisesini biçtiler.

Böylece Gaffar Okkan olayı da netice itibariyle “Ke en lem yekûn” hiç olmamış gibi hukuksuzluğun kabristanına gömülüp gitti.

1996’dan 2000’li yıllara kadar, bölgede ve hatta Türkiye’de askeri vesayetin rol aldığı tüm işler kitabına uydurularak, terörle mücadele adı altında işbaşında olan şer güçleri tarafından, ne yazık ki hep antidemokratik, hukuk dışı senaryolar sahneye konuldu.

O gün, terör odakları ayaklandıkça devlet adına rol alanların çalışma stilleri oldukça terör odaklarının lehine dönüyordu.

Her gün biraz daha alevlenen olaylar terör odaklarıyla sözde devletin mücadele unsurları adeta birbiriyle göz kırparak iş başındaydılar.

O dönemlerdeki olup bitenlerin kanıtlayıcı delil ve şahitleri; sözde PKK adına yazılan belgenin küpürünü dün size sunmuştuk.

Bugün aynı küpürü yine size sunuyoruz.

Sözde PKK tarafından yazılan belgenin son bölümünde PKK’nın ERNK mührünü göstermekte olup, Amed Eyalet Karargah Komutanı (!?) Dr. Nasır koduyla imza atan bu kirli belgede adeta bölge insanları kıskaca alınmış, hiç olmayan olaylar masum insanlara mal ediliyordu.

Hem de alçak iftiralarla dopdolu…

Alçakca, nice aileler mağdur edildi, ocaklar söndürüldü..

İyi ki Allah eksikliklerini vermesin devletin kahraman, vicdanlı hakim ve savcıları vardı.

Bu sahteciliği deşifre eden dönemin adalet mensupları ve hukukçular, tüm olayların kirliliğihi, ortaya koydular, deşifre ettiler ve “At izi ile it izinin karışımını” hukuk adına birbirinden ayırdılar.

“Kep düştü, kel göründü” misali gerçekler tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıncaya kadar bizler de hukuk mücadelesini verdik.

Ama günü geldi, bu memleket insanının büyük ümidi olarak ortaya çıkan Adalet ve Kalkınma Partisi ne yazık ki yaptığı kısa dönem çalışma neticesinde halka ümit verdi ise de sonradan çark etti..

Ve o çalışmalar her nedense büyük akamete uğradı ve işler sil baştan, yeniden terör odakları Türkiye’de hortladı.

Evet.

Sözde Amed Eyalet Komutanlığı Dr. Nasır ile Dr. Ali’nin uyduruk el yazıları meğerki dönemin Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcısı Nihat Çakar ile JİTEM’in yetkili komutanları tarafından hem de 7. Kolordu Komutanlığı’ndan icazet alarak, kirli bir ittifak içerisinde milletin başına ördükleri çoraplar, yine hukuk ve adalet vasıtasıyla yakalandılar ve iplikleri pazara çıkarıldı.

 

* * *

 

Bakınız, sevgili okurlar.

Çok dehşetengiz bir belge daha bugün size sunacağız.

Dönemin Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı başlığı taşıyan DGM savcılığı tarafından hazırlanan bir hazırlık dosyası.

Dosya numarası: 1998/1064

Esas numarası: 1998/502

İddianame: 1998/486

İddianame’nin başlığı aynen şöyle;

“Davacı: Kamu hukuku

***

Hazırlık tahkikat evrakları ve ekleri incelendi.

Yukarıda açık kimlikleri yazılı sanıklar, yasa dışı PKK örgütü ile ilişkiler kurup, görüşmeler yaptıkları, örgüte 350 bin dm maddi destek sağladıkları, bu sebeple hal ve sıfatlarını bilerek yasa dışı PKK örgütüne yardım ve yataklıkta bulundukları iddia 05.06.1998 tarihinde Kulp ilçesi Seyada mahallesinde örgüt mensupları ile çıkan silahlı çatışma sonucunda olay yerinde, kırsalda ele geçirilen ve emanetimizin 1998/273 sırasında kayıtlı örgütsel dokümanlar ve tüm dosya kapsamı ile anlaşılmış olmakla sanıkların mahkemenizde 2845 S.Y’ye göre yargılamalarının yapılarak eylemlerine uyan T.C. kanunun 169, 40 ve 3710 S.Y.’nin 5. maddeleri gereğince ayrı ayrı cezalandırılmalarına karar verilmesi, kamu adına talep ve iddia olunur.

Tarih: 18.06. 1998

Mühür ve imza;

DGM Cumhuriyet savcısı Sami Güngör imzasını taşıyan bu belgeyi hukukun ve ülkenin bir yüz karası olarak kamuoyuna sunuyoruz.

Bunu çürüten Diyarbakır 4 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesince beraat kararı.

Ve bu beraat kararına itiraz eden dönemin DGM Cumhuriyet Başsavcısı Nihat Çakar’ın tüm kirli iddiaları da sonuçsuz kaldı.

Türkiye Cumhuriyeti Yargıtay 9. Ceza Dairesi 1999/1865 ilamıyla ittifakla 4 Nolu DGM’nin hakimler heyetinin kararını onayladı.

İlginç olan; bu yakın tarihimizde ülkemizin, özellikle bu coğrafya insanı yine kurtarıcı devletin hukuk değil zorba eliyle ne kadar kirlendiğini dönemin DGM Cumhuriyet Başsavcılığının ERNK mührüyle el yazısıyla yazılan bu kirli iftiralarla dolu yazıyı meşrulaştırması, bize göre devletin ne kadar kirli işlerle uğraştığının somut kanıtlayıcı birer delilidir.

Biz bunu yıllardır yazıp çiziyoruz.

Bu kirlenmeyi gelen giden iktidarlar ve TBMM, ne yazık ki devletin bu ayıbını örtmekten başka bir şey yapmamışlardır.

Adalet ve hukuk işlensin diye halk ne kadar sesini yükseltiyorsa da o ses içerisinde ne yazık ki boğulup durmaktan başka bir şey görmüyor.

* * *

Evet, sevgili okurlar.

İki gün evvel Şanlıurfa’nın Ceylanpınar ilçesinde evinde iki polis memurunun susturucu silahla şakağından vurularak öldürülmesi, PKK terör örgütü tarafından yapılmış olma senaryosu da bize göre bu da kirli bir senaryonun eseri olabilir.

Zira bugüne kadar PKK’nın yapmış olduğu tüm eylemlerinde susturucu silahın kullanıldığını hiç kimse duymamıştır.

PKK, yapmış olduğu eylemleri açık ve net olarak yapıyor.

Ama başta söylediğim gibi PKK’nın unvan ve kisvesi altında işlenen bu tür faili meçhul cinayetler, zaman zaman bölgede gerçekleştirilmiştir..

Ancak, sonradan o kirli perde aralanmış ki JİTEM veya MİT tarafından "bu cinayetlerin" gerçekleştirilmişliğinin görüntüsü ortaya çıkmıştır.

Hablemitoğlu’ndan tutun da Uğur Mumcu’suna kadar, Gaffar Okkan’ına kadar ve daha neler neler…

Sosyalist, Marksist, dışa bağımlı, dinsiz, imansız, aşırı sol örgütler devletin bünyesine yerleştirilmiş, ha bire terör unsurlarını birer fitne unsurları olarak kullanıp, ülkenin huzurunu bozarak darbelere zemin hazırlamaktan başka bir şey icra edilmiş değildir.

Tespitlerimiz bundan ibarettir.

Ama ne yazık ki TBMM, iktidarı ve muhalefetiyle bu işlerin üzerine gitme yerine tam tersine aynı fitne unsurlarının yaptıklarını adeta örtbas ederek, milletin dikkatini başka taraflara çekmeleri de ayrıca üzücü bir haldir.

Dün de verdiğimiz küpürlerin bir bölümünü bugün de birer ibret levhası olarak siz değerli okurlarımıza sunuyoruz.

Özellikle dönemin Diyarbakır DGM Cumhuriyet Başsavcılığının iddianamesi ve dönemin savcısı Sami Güngör’ün sahte belgeyi meşrulaştırarak imzasını size sunuyoruz.

En derin saygı ve sevgilerimle.