DEMOKRASİ LAİKLİK VE KEMALİZM!?

Evet, sevgili okurlar.
Gerçekten; 
Türkiye’de uygulanmakta olan "Demokrasi, Laiklik ve Kemalizm" kavramları ne kadar tatlı birer kavramlar olduğu aşikârdır(!)
İçi boşaltılmış birer basmakalıp kavramlar olduğu halde, ne yazık ki, telaffuzunda insanlara rahatlık veriyor ve rahat bir nefes aldırıyor…
Ama tüm bunlar ne kadar tatlı ve güzel görünümlü ise bir o kadar daha fazlasıyla altı oklu CHP’nin bir fazlasıyla daha bir tatlı görünüyor(!)..
Sizce de öyle değil mi?
İşin hakikatine gelirsek.
Bunlar için ilk günden beridir diyoruz ki; içi boş, birer basmakalıp kavramlardır.
Yani telaffuzu çok kolay, ama uygulaması devlet ve iktidarlar için bir o kadar zor.
Çünkü içerik ve uygulama; "birbirine" zıt olduğu gibi hepsi makyajlanmış, boyanmış, parlatılmış kavramlardır.
Ve muhtevaları CHP’nin altı oklu rejimine dayanmaktadır.
Nerede ise doksan yıldan beri Türkiye’de uygulana geldiğinden söz ediliyor.
Peki, Türkiye'ye bir "merhale" kazandırmış mıdır bu kavramlar?
Hayır.
Bilakis hep aldatmıştır.
Zehirli ballı lokma gibi; "hep ülkeyi ve milleti" zehirlemiştir.
Çünkü ballı lokmaya ilk baktığınızda der demez insanın iştiha çekiyor.
O ballı, tereyağlı lokmayı kapma gayretine giriliyor.
Lakin lokma yenildiğinde, bir bakıyorsun ki daha yarışın ilk metrelerinde; "zehirlendiğinizin" farkına varıyorsunuz.
Midede ve bağırsaklarda şiddetli sancılar başlıyor.
Kısa süre sonra, kendinizi yerde, cansız olarak görüyorsunuz.
Çünkü yediğiniz ballı lokma zehirli olduğu için ölüm mukadderdir.
İşte Türkiye’nin, Demokrasi, Laiklik ve Kemalizm'e olan sevdası da, uygulanır hali de, tıpkı "zehirli balı lokma" gibidir.
Bugünkü manzara, zaten herşeyi ifade etmeye yetiyor.




* * *

Sevgili okurlar.
İşte bu çark içerisinde; en sıradan olaylar bile o kadar "sinsice ve haince" ayarlanıyor ki terör odakları dâhil, şer yapılar ellerini kollarını sallayarak, kanlı saldırıları çok düzenli bir şekilde yapıyor.
Hatta kameraların karşısına çıkıp; “Ben yaptım, ben buradayım…” diyebiliyor.
Ne yazık ki, rejimi koruma altına alan hükümetler, iktidarlar ve o iktidarların birer temsilcisi olan Bakanlar Kurulu, hatta TBMM tüm bu olup bitenleri umursamaz noktada; mevzuuya içi boş kavramları bina ediyor.
Demokrasi.
Laiklik.
Ve Kemalizm.
İşte bu içi zehirli olan kavramları öylesine güzel gösteriyor ve öylesine ballı lokmayı yemeye teşvik ettiriyor ki, bir an evvel "toplumun" akıbeti son bulsun.
Ama kime dersin.
Her şey ulu orta yerde cereyan etmesine rağmen; "hala da kanıyoruz."

***


Bakınız sevgili izleyiciler.
Şu son iki günden beri yaşanan ve yaşatılmak istenen hadiseler, tıpkı, 1909’daki tarihi 31 Mart Hadisesinin provası gibi.
Şöyle ki.
İstanbul Adalet Sarayı’ndaki Savcı Mehmet Selim Kiraz’ın rehin alınması…
45’ten fazla ilimizde, bir çırpıda elektriklerinin kesilmesi.
Ve tüm bunların 31 Mart günün de vuku bulması, sizce tesadüf mü?
Ne mümkün?
Düşünün, teröristler ellerini-kollarını sallayarak rahatlıkla İstanbul Adalet Sarayı’na giriyor.
Sonra, binanın altıncı katına çıkıyorlar.
Kimse de "nereye gidiyorsun" demiyor.
Ve çok önemli davalara bakan Savcının kapısını çalıp içeriye giriyorlar.
Elindeki silahı çekip, odayı da örgütün flamalarıyla donatıp, Cumhuriyet Savcısını rehin alıyor aldıklarını duyuruyorlar?
Yani, büyük bir itinayla hedeflerine ulaşmışlar(!)
Ve nihayetinde devletin genç savcısını orada hunharca katlederek, şehit ediyorlar.

***


Mehmet Selim Kiraz, iki çocuk babası genç bir savcı.
Neredeyse ailece hukukçu bir insan.
Hanımı da aynı adliye binasında hâkime olarak görev yapıyor.
Akıl sır erdirmek mümkün mü olup bitenlere?
Savcının odasına giriliyor, başına silah dayayıp ateş edip öldürüyorlar.
Geride, yetim iki çocuk.
Genç bir eş.
Gözü yaşlı anne ve baba.
Ve yüreği hançerlenmiş bir Türkiye.
Evet, herkes Savcı Kiraz'a yapılan kalleşliğin "gözyaşını" döküyor.



***


İşte tüm bunların hepsi DHKP-C’nin iki tane baldırı çıplak soytarı militanı tarafından yapılıyor.
Ve onlar da polisin başarısıyla etkisiz hale getirilip infaz edilmişlerse de ateş düştüğü yeri yakar misali "devlet görevini" yapan o savcının yerini dolduramazlar.
Tüm bunlar 31 Mart gününde oluyor.
Evet, bilindiği gibi bu 31 Mart Hadisesi 1909’da Selanik’te toplanan bazı gizli ajanlar tarafından güya “Şeriatı isterük” sloganıyla yola çıkılıyor ve hiç İslamiyet’le alakası olmayan bir tavır içerisinde rasgele harekât ordusunu yürütüyorlar.
Ve bu harekât ordusu aldatıcı bir kavramın ekseninde; "hedefine" ulaştı.
Onun için; 31 Mart 2015’teki zincirleme olaylar bize göre tamamıyla tertiplidir ve oraya dayanıyor.
Gerçekten çok düşündürücüdür ve dikkat çekicidir.
Üzerinde, derin ama derin düşünülmelidir.

***


Ulu-orta yerde vuku bulan tüm bu olup-bitenlere rağmen ne hazindir ki hükümet, sanki sıradan bir olaymış gibi hadiseye bakıyor.
Münferiden iki tane militan tarafından yapılmış bir "saldırı" olarak, meseleyi görüyor.
Bu noktada, tavır aldığını görüyoruz.
Oysaki altı oklu rejime inanan ne kadar odak noktalar varsa, bunlar hepsi müştereken ve müteselsilen bu işe ortaktırlar.
Nitekim verilen beyanatlar, sosyal medyada yapılan yorumlar "herşeyi" ortaya koyuyor.
Ama tabiri caizse iktidar deve kuşu gibi başını kuma sokmuş, koskocaman gövdesi dışarıda.
Kendini aldatarak, olayları ve saldırıları görmezlikten geliyor.
Eee, bu da haliyle; "avcıya kolay" hedef olmasını sağlıyor.
Bir cihan devletinin yıkılışı nasıl ki 31 Mart 1909’da başladı ve dört-beş sene içerisinde devlet tarihten silindiyse, aynı bugünkü vakalar o günün birer uzantısı olduğu söz konusu iken, iktidar partisi görmezlikten geliyor ve kendi kendini "sıradan bir vaka" diyerek teselli ediyor.
Kenan Evren’de zaman zaman 12 Eylül’ü anlatırken, diyor diki..
“Biz önceden prova yaptık, ihtilal hazırlığı yaptık, olayları çıkarttık. Bir sağdan, bir soldan öldürüyorduk. Ve sonunda başardık!” 

***


İşte tüm bu hakikatlerin ışığında, "İktidar" partisi uyanık olmalıdır.
Ama bize göre iktidar partisi çok büyük bir gaflet uykusunda olup, seçim ve aday tespiti derdine kendini kaptırmıştır.
Onun için bu vakaya görüş açısını biraz geniş tutması gerekiyor.
Gerek Cumhurbaşkanlığı olsun, gerek Başbakanlık olsun, hatta samimi olan diğer muhalefetler de olsun.
Devlet yine bir darbe kriziyle karşı karşıyadır.
Bizden dostça bildirmek…
Ama olup bittikten sonra pişmanlık da fayda vermez.
Bize göre başta anlattığım bazı parlak ve içi boşaltılmış kavramlardan bu devleti kurtarmak için, özellikle ve öncelikle devleti eski hallerden arındırmak gerekir.
Yepyeni bir Türkiye, yepyeni bir düzen, yepyeni bir oluşum, ama milli iradeye dayalı; "milli bir mutabakat" olmalı.
Tevhit inancını üstün tutmak, şahadet kelimesinin bayraktarlığını yükseklerde dalgalandırmakla başarı elde edilebilir.
Üstat Bediüzzaman Hazretleri bundan 110 sene evvel Volkan ve İrşat Gazetesine vermiş olduğu bir mülakatta aynen şöyle söylüyor;
“Elhasıl.
Şeriat dairesinden hariç olan hürriyet ve özgürlükler başka kalıba sokulursa, yani istibdat veya esaret-i nefs veya vahşet-i hayvaniye olur.(hayvani bir vahşet olur).
Böylesine laubaliler, yani vurdumduymazlar, görüş açılarını dar tutanlar, bilsinler ki diyanetsizlikle, sefahatle, vicdan sahibi hiçbir ecnebi devletlerine kendilerini sevdiremezler, onlara da kendini benzettiremezler, benzettirseler dahi geçerli olamaz”


* * *

Evet, sevgili okurlar.
Tevhit inancını her şeyden üstün tutan, yepyeni bir Türkiye’ye ihtiyaç var.
Ki bu Anayasadan, bu Kemalizm, Cumhuriyetçilikten ve daha nice vesayetçi-seküler anlayıştan da bu devleti arındırmak gerekir.
Bakınız, Türkiye öyle bir hal almış ki iktidar partisi olan AK Parti nerede ise iki aydan beri daha 11 kişinin milletvekili adaylığını belirlemede, büyük zorluklar çekiyor ve çetin görüntülerle karşı karşıyadır.
Neden?
Zira siyasi görüş açısı dardır da ondan.
Şimdi Diyarbakır ve çevresindeki illerdeki ihaleler lobisiyle endekslenmiş bir iktidar partisi, bilemiyoruz akıbet ne olacak?
Allah hepimizin akıbetini hayra çevirsin.
En derin saygı ve sevgilerimle.