Görüş Bildir

KAVİMLERİN TARİHSEL SOYKIRIMLARI! (IV)

Evet, değerli can dostlar.
Malumunuz üzere bu köşede her zaman sizinle paylaşmak istediğimiz ana konu ve gerçek strateji; ülkemizin bütünlüğü ile milletimizin temel hak ve özgürlüğü paralelinde mutlu, müreffeh, sağlıklı ve barışçıl bir yaşam gerçeğiyle ilgilidir.
İnsanlık Tarih boyu toplumsal bir huzur, müreffeh bir hayat kazanımından yana olmadığı müddetçe, dersimizin başlığından da anlaşıldığı gibi, o toplum varlığına son verme tehlikesinden kendini kurtaramaz.
Toplumların birlikteliği, mutluluğu, sıhhatli bir yaşam tarzı, her şeyden evvel kendi bünyesindeki dürüstlükle olur. 
İkincisi zulümden ve zalimden yana olmama çabasıyla olabilir.
Geçtiğimiz sohbetlerde de ifade ettiğim gibi…
Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim “Hûd” suresinin 112 ve 113. ayetinin meallerinde bize şöyle buyuruyor;
“Sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte emrolunduğu gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin, doğrusu Allah yaptıklarınızı görür.
Haksızlık yapanlara yönelmeyin, yoksa ateş size de dokunur. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur; sonra, yardım da göremezsiniz”
Yani toplumların geleceğini garanti altına alabilmek için, mutlaka o toplumların temelinde iki ana unsur şarttır.
Birisi dürüst olmak, diğeri de zalimden yana olmamak.
Zalimin zulmüne alkış tutmamak…
Mazlumlara zulüm eden ister birey olsun, ister toplumsal olsun, ister tüzel olsun, ister özel olsun, her ne olursa olsun…
Zulüm; kötüdür.
Zalim de yaptığı zulmün cezasını çekmeye mahkûmdur.
Ona yan çıkan, alkış tutan da aynı o badirelerden kendini kurtaramaz.
Velev ki sistemlerin meşruiyeti altında olsun, velev ki rejimlerin ve düzenlerin hâkimiyeti gölgesinde olsun…
Zulüm edenin sonu berbat olmakla beraber, çirkinlikle biteceğinden hiç kimsenin kuşkusu olmasın.
Ama en büyük tehlike de zulme ve zalime yan çıkmaktır, alkış tutmaktır.
Böylelikle de toplumsal bir suç işleme pozisyonuna girer.
Toplumsal günah işlemek, kendi toplumunu bir suç işlemeye teşvik etmektir ki bu, toplumun sonu demektir.
Konumuzun başlığı da; “KAVİMLERİN TARİHSEL SOYKIRIMLARI”dır.
İşte bakınız, sevgili okurlar.
Ülkemizde siyaset arenasında öyle bir hal var ki.
Kim haklıdır?
Kim haksızdır?
Kim suçludur?
Kim suçsuzdur?
Kim günahkârdır?
Kim günahsızdır?
Kestirilemiyor.
“Ağzı olan herkes konuşuyor” kabilinden.
Ama ne yazık ki siyaset arenasındaki konuşulan her şeye alkış tutan bir milletin hiçbir zaman kendi geleceğini yok olma tehlikesinden de kurtaramayacağı aşikârdır.
İşte buna toplumsal “İsti-sal” denir.
Yani ülkelerin “Yekvücut” olarak yok olma tehlikesi demektir.
İnsanlık tarihi bunu yaşamıştır.
Hiç kimse kendini bundan kurtaramaz.
Kimse kusura bakmasın.
Siyaset arenasında dürüstlük, neredeyse saf dilliktir.
Dürüst yaşayan siyaset anlayışı revaç görmüyor duruma gelmiştir.
İlla ki hile, hud’a, mekir ve hileli oyunlarla gününü gün edenlerin revaçta olduğu görülüyor.
İnanın ki bu hal, bana merhum Ziya Paşa’nın bu şiirini hatırlattı.
Ziya Paşa şöyle diyor;
“Âlim olsan ilmine kimse bir tevkir eylemez (önem vermez)
Cahil olsan cehlini tayip ve tağyir eylemez (ayıplayamaz, bilakis el üstünde tutulursun)
Mülkü yıksan, kimseler tevbih ve tazir eylemez (Toplumda azar görmezsin)
Canını etsen feda bir kimse takdir eylemez (dürüstlük uğruna canını feda etsen dahi kimseden takdir göremezsin)
Ben hele oldum telef gittim bu fikrim uğruma
Hey ne ahmak ve cahil imiş o kimse ki sadakat uğruna (dürüstlük uğruna)”
Ziya Paşa devamla diyor ki;
“Derde uğrar kim sadakat etse elbet devlete
İstikamet mahz-ı cinnettir bu mülk u millete (ülke ve millet için dürüstlük deliliğin ta kendisi imiş)
Kendimi bezleyleyip ıslah-ı devlet uğruna (devletin ıslahı uğruna feda ettim kendimi)
Ben neler çektim neler bu istikamet uğruna”
* * *
Gerçekten, Ziya Paşa yüz elli sene evvelki görüşlerini bugüne yansıtıyor gibi bugün oluyormuş gibi hatırlatıyor bize.
Yani sanki bugün de yaşıyormuş gibi bu şiirlerini okumuştur.
“Görünen köy kılavuz istemez” misali…
Bugünkü siyaset arenasında dürüst olmak neredeyse ayıplanır. Zalimin zulmüne karşı toplumsal bir alkış da apayrı bir rezalettir.
Bu itibarla Hazreti Bediüzzaman şöyle diyor;
“İstibdat tahakkümdür, keyfi muameledir, kuvvete istinat ile (güçlülüğe dayanmak ile) cebirdir (zorbalıktır).
Rey-i vahittir”
Yani milli irade hâkimiyeti değil, kişilerin söz sahibi olma salahiyeti ve hâkimiyeti ön plandadır.
Her ne kadar bugün Osmanlıyı ayıplıyor ve tek yerden çıkan karar milli iradeyi temsil etmiyor diyor isek…
Ama ne yazık ki neredeyse yüz yıllık bir rejimin hâkimiyeti, antidemokratik, hukukun üstünlüğünü tanımayan tağuti bir sistemin hâkimiyeti, milli hâkimiyetten çıkmış, rey-i vahit denilen tek söz sahibi olma zorbalığıyla karşı karşıya kalmış bir ülke haline geldik.
Böylesine demokrasi suistimalden ibarettir.
Toplumuna kötülük yapmaya müsait zemin hazırlamaktır.
Daha doğrusu böylesine rejim, zulmün temelidir.
İnsaniyetin mahisidir (insanlığı yok eden bir dayatma şeklidir)
Sefalet derelerinin esfelis-safiline insanı tekerlendirmektir (en derin insanlık çukuruna yuvarlamaktır)
Ve âlem-i İslamiyeyi böylesine milli iradeden uzak, kirli çıkar, rant ideolojilerle donatılmış bir siyaset arenası veya antidemokratik rejim, gerçekten toplumu zillet ve sefalete düşürür. 
Ve hususi garez ve maksatlara yol açar ve böylece toplum yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.
İster keyfi ve cebri olarak yapılan anayasaların tahakkümü altında olsun…
İster siyasilerin ideolojik, batıl, keyfi uygulamaları olsun…
Her şeyden evvel toplumlar arasında kin ve husumeti uyandırır ve Müslüman bir toplumun İslami anlayış hareketini zehirlendirir.
Bu zehirlenme öylesine köklü bir zehirlenme olur ki toplumu medhuş eder (dehşetlere sürükler). 
Toplum arasında öylesine anlaşmazlık ve ihtilaf çıkar ki mezhepçilik anlayışları son haddine çıkar ve böylelikle güçlü güçsüzü ezer.
Hem de siyasetin yalan ve dolanlarla dolu parlak nutuklarıyla.
* * *
Kürt Aşiret reisleri Bediüzzamandan şunu soruyorlar;
“Ey Seyda!
Sizin bu şekilde anlattığınız devlet bünyesindeki istibdat ve mezalimin böylesine dehşet saçan bir semm-i katil (öldürücü zehir) olduğunu bilmezdik.
Allah’a şükürler olsun ki o istibdat parçalandı ve daha da parçalanmaya mahkûm olacaktır.
Bu mezalimi şeriatın Şûra denilen toplumsal danışma ve dayanışma gerçeğiyle tedavi edeceğiz.
Zira yüce Allah bize istişareyi, danışmayı ön planda tutarak; batıl rejim ve sistemlerin dayatmasını değil, Şûra denilen danışma unsurunu bize tavsiye ve emrediyor.
Zira ayeti kerime bize hep meşveret-i şeriyyeyi emrediyor.
O zaman toplumu köklü yok olma felaketinden kurtarıp, toplumsal bir mutluluk ve nuraniyet kuvvetini kazandırır.
Bu yazı serimiz devam edecektir.
En derin saygı ve sevgilerimle.




Bu Makale 14977 kere okunmuştur.