CUMHURİYET DÖNEMİNDE ŞAPKA DEVRİMİ! (III)

Evet, sevgili okurlar.

“Cumhuriyet Döneminde Şapka Devrimi” ile ilgili üçüncü yazı serimize devam ediyoruz.

Gerçekten bugün gerek Türkiye kamuoyunun bakış açısı olsun, gerek diğer İslam ülkelerinin bakış açısı olsun ve gerek tüm dünya kamuoyu nezdinde olsun, çağımızdaki tüm insanları en çok ilgilendiren olay; Osmanlı saltanatının yıkılışıyla Hilafet-i İslamiye’nin ortadan kaldırılmasıdır.

Tabii ki bu her iki olay; içten gelen taşeron piyon erbaplarının haince yapmış olduğu planlardır.

Özellikle Cumhuriyetin kuruluşundan sonra 1924’te gerçekleşen anayasa, A’dan Z’ye kadar hükümfermalığı tümüyle İttihat Terakki Cemiyetinin dış mihraklarından kaynaklanan bir uzantısının eseridir.

Hedef; Yeni medeniyetleşmeye yönelik gösterilen bir çaba değil…

Yani muasır medeniyet seviyesine ulaşma gayesi söz konusu değil…

Tam tersine ülkeyi kültüründen, tarihinden, ahlakından, dininden, imanından, varlığından, cesaretinden, dik duruşundan alıkoyup adeta Avrupa’dan, yani batı dünyasından ve Siyonist emperyalizmden ithal edilen mutlak bir diktanın varlığı paralelinde, tahakküm altına almaktır.

Zira usulde bir kaide vardır.

“Eser, müessirinin varlığına dalalet ediyor.”

Yani müessirin ortaya koyduğu bir eser sayesinde kendini tüm gerçekleriyle ortaya koyar…

Kendini, gösterir ve tanımlamaya çalışır…

1924 anayasasının yıllardan beri bırakın bu millete uyguladığı kanunları, yasaları, hiçbirisi insan temel hak ve özgürlüğüne uygun olmayıp, tek parti şeflik ve dipçik dönemini uygulamıştır.

Bunu da yaparken laikçilik adına dini, devletten ayırmıştır, yani milleti devletten uzaklaştırmıştır.

Adeta bir demoklesin kılıcı gibi milletin üstüne sallaya sallaya milleti yönetmeye çalışmıştır.

Ama kan ile gözyaşları ile ekonomiksel sıkıntılar her daim vücut bulmuştur…

Bela ve fitnelerden başını kaldıramamış bir millet olarak, hala da bir türlü kendini toparlayamamıştır.

***

Zira ilk uygulamalarda;

“Şapka Kanunu”, “Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği Yasası)” ile “Harf İnkılâbı” ve “Kılık-Kıyafet” yasaları ortaya konulmuştu…

Bu yasalar zorbaca millete yutturulmaya çalışıldı…

Demokratik hak olarak buna karşı çıkan kim olursa cezalandırılması için 1924’te İstiklal Mahkemeleri kuruldu…

Derakat 1925’te “Takrir-i Sükûn” kanunu çıkarıldı…

Yani zorbaca “Susma ve susturma” kanunu çıkarıldı…

Nitekim bu kanuna muhalefet eden, yani konuşan her din âlimi sakıncalı gösterilerek, ya idam edildi, ya sürgüne mahkum ettirildi veyahut da ülke dışına kaçmak zorunda bırakıldı…

Evet.

Bu “Şapka Kanunu” ile ilk başlayan uygulama, şapkanın İslam giysisi olmayıp frengi bir libas olduğunu kaleme alan “İskilipli Atıf Hoca”nın 4 Şubat 1926’da idam sehpasına çekilmesi olmuştu.

Tabi ki tüm bu anlattıklarımız "tarihi gerçeklerimiz" açısından deveden kulak bile değildir.

Ama burada konuların yüzeysel başlığı olarak sizinle paylaşmak istiyoruz.

Kemalist anlayışın “Devrim ve İnkılâplar” adı altında ortaya koymuş olduğu dayatma, ilk olarak Halk Fırkası adını taşıyan altı oklu CHP’nin kuruluşuyla başlamıştır.

Bunu da hiç kuşkusuz, net ve kesin olarak tarihi belgelere dayandırarak söylüyoruz.

İngiliz ve Fransızların direktif ve talimatları altında kurulmuş bir parti olup, ülkenin hatta tüm İslam dünyasının ilerleme adımlarını engellemek için dehşetli bir pranga olmuştur…

Buna da sistemin prangası deniliyor...

Yani Hilafet-i İslamiye’nin dağılışıyla tüm inanan ümmetin dış emperyalist mezaliminin vesayeti paralelinde ülke insanının düşüncesine, inancına, öğrenim hayatına ve tüm günlük hayat akışlarına atılan bir prangadır ve o prangalı sistem günümüze kadar devam ede gelmiştir.

Onun için tarihi dış kaynaklı CHP ve ona bağlı Atatürkçü geçinen laikçi kesim, 16 Nisan tarihindeki Anayasa değişimiyle ilgili “Referandum”da kullanılacak oyların “Evet” olması gerekirken, illaki “Hayır” olarak kullanılması için, bazı kötü niyetli bürokratlar, sözde aydın insanlar, akademisyenler, siyasiler ve medyanın bazı kalemşorları Canhiraşane bu prangalı sistemin idamesi için 24 saat, gece gündüz çalışıyorlar.

Halkı yanıltarak yanlış yollara yönlendirme gayreti içerisindedirler..

Bunların başını çekenlere birçok örnek verebiliriz.

Ama en çarpıcısı Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu başta olmak üzere Doğu Perinçek ve diğer ulusalcı, darbeci Ergenekoncu askerlerdir.

Doğrusu bizi en çok hayrete düşüren; Metin Feyzioğlu'dur…

Ne yazık ki Türk yargısının üçüncü sacayağı durumunda olan savunma erkini ele geçirerek Avukatlık gibi şerefli bir makamı işgal etmiş durumda.

Bir yandan “Hukukçuyum, yargı erkinin sacayağı durumundayım” demesi gerekirken, tam tersine laikçiliğe, Kemalizm’e yani Atatürkçülüğe ve CHP’nin halka atılan prangalı anlayışına sahip çıkma görevini üstlenerek, tarihi hukuk dışı bir dayatmayı temsil ederek, Türkiye’nin her kesimine elini uzatmış durumdadır.

Yamuk bir şapka giymiş ve şapkanın o katil ve kanlı yasasını savunuyor.

Ve mevcut halkın inancına, Kur’anına, tarihi medeniyetine pranga atan bir sistemi savunuyor?

Halkın midesini bulandırmaya çalışıyor.

Adeta bir takoz gibi halkın istikametli mecrasına taş koyuyor ve engel teşkil ediyor.

Ama ne yazık ki savcılıklar, halkı yanlış yönlere yönlendirmekten dolayı bir türlü hakkında herhangi bir soruşturma açma gereğini görmüyorlar.

* * *

“CUMHURİYET DÖNEMİNDE ŞAPKA DEVRİMİ!” başlıklı seri yazımızın devam etmesi temennisiyle çalışma azmimizi fazlasıyla hızlandıracağız.

Elimizde çok dayanıklı belgeler var.

Zira milli mücadelede omuz omuza vererek, kahramanca elin gavuruyla çarpışan o insanların 1924’ten sonra kurulan İstiklal Mahkemelerinde bir bir yargılanmaları, bize herşeyi okutuyor.

Başta dedik ya;

“Eser, müessirinin varlığına dalalet ediyor.”

Nitekim teşbihte hata olmasın…

Kâinatın varlığı, bir eserdir.

Güneşin çıkması, gündüzün gelmesine bir dalalet olduğu gibi…

Bu 1924’te İngilizlerin vesayeti altında kurulan bir anayasanın uygulamaları ile milli mücadelede savaşan ülke kahramanlarını, hatta Birinci Büyük Millet Meclisinde mebus olarak görev yapan sarıklı, sakallı, cübbeli o kahramanların önemli bir kısmını sakıncalı görüp o İstiklal Mahkemelerinde yargılamaları, artık o “Devrim ve İnkılâplar” adını taşıyan uygulamanın ne olduğunu milletçe net okumamız gerekir…

Herkesin, kimin ne gaye ile kimlerin adına çalıştıklarını artık bilmesi lazım, tanıması lazım.

Nitekim son devrin Şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendinin “Mevkiful akli vel ilmi vel âlimi” isimli dört ciltlik eserinin dördüncü cildinin 284’üncü sayfasında şöyle yazıyor;

Mustafa Kemal’in, İstiklal savaşından sonra İngilizlerin vesayeti altında ilk yaptığı iş Hilafet-i İslamiye’yi kaldırmaktı…

Dini devletten ayırıp adeta dinsiz bir devlet haline getirmek…

Düşman olarak bize gösterilen, I. Dünya Savaşından sonra İstanbul’u işgal eden müstevli işgalci İngilizler..

Yunanlılar ve Fransızlar..

Tüm bu itilaf devletlerini ülkemizden kovan, denize döktüren (!) Mustafa Kemal Paşa yani Atatürk olmasına rağmen, onun büyük bir asker olduğunu, büyük bir kurtarıcı olduğunu ve yeryüzünün çağdaş bir kahramanı olduğunu ilan eden yine İngilizler ve diğer bazı Avrupa ülkeleri olmuştur..

Hakkında tam 600 kitap yazmışlardır.

Yani hulasa olarak Avrupa, kendilerini denize döktüren kişiyi 600 eserle kahraman ilan ediyor.

Hop hop, sormazlar mı?

Hayrola?

Hiçbir düşman, düşmanını kahraman ilan eder mi?!

* * *

Evet, sevgili dostlar.

Gerçekten, Türkiye’nin nerden nereye geldiğini ve hangi dayatmalarla bugüne kadar nasıl yaşadığını artık tüm çıplaklığıyla görmemiz lazım.

Zira olup bitenler gün gibi aşikârdır.

Düşünün bir Türk askeri, yani Osmanlı askeri, Yunanlıları hemen Milli Mücadele Savaşından sonra denize döküyor.

İngilizler ve Fransızlar, elbette ki Yunanlıların has adamları ve savaş ortakları olduğu halde onlar da memleketten kovuluyor.

Ama onu kovan askerin, yine onlar tarafından 600 eserle kahramanlığı ilan ediliyor.


Doğrusu insanın aklına çok şeyler geliyor da bu biraz zaman ister.

Öyle inanıyoruz ki gün gelecek, bu olaylar zaman dilimi içerisinde tüm çıplaklığıyla ortaya çıkacaktır.

Sizinle paylaşmak istediğimiz gerçeği, yine Mustafa Sabri Efendinin Arapça yazılan anılan eserinden bir küpür olarak veriyorum.

En derin saygı ve sevgilerimle.