Çözüm Sürecinde Ümit Çimlenmesi ve Zihnimizi Kemiren Sorular

2012 yılı Aralık ayında büyük ümitlerle başlayan Çözüm Süreci, özellikle Güneydoğu’da tam bir bayram coşkusuyla karşılanmıştı. Ancak son 6 ay içerisinde kamuoyundaki heyecanını kaybetti. Gerçi, sürecin siyasi aktörleri en azından söylem düzeyinde de olsa ümit vermeye devam ettiler,  ancak toplumda pek de fazla bir karşılık bulmadı. Bunda özellikle 6-8 Ekim travmasının etkisi büyük oldu. Bu olaylardan sonra bilinçaltımızda yatan eski korkularımız ve kaygılarımız yeniden canlandı. 
Sürecin yoğun bakımda uyutulmaya bırakıldığını düşündüğümüz bir anda taraflardan tazen kan geldi. 28 Şubat tarihi itibariyle Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ile bir araya gelen HDP heyeti, İmralı’dan gelen yeni bir çağrıyı gündeme taşıdı. Konu silahların bırakılması olunca, toplumun dikkatini üzerine topladı. En azından AK Parti + HDP cephesinde bir ümit çimlenmesi ihtimali belirdi.
Ancak tüm olumlu söylemlere karşılık, ihtiyatlı bir yaklaşım da gözden kaçmıyor. Çünkü geçen iki yıl içerisinde yaşananlar, verilen sözlere sadık kalınmayacağı kanaatini güçlendirdi. Ayrıca tarafların birbirinden bağımsız ve ayrı anlama gelen sözleri de güven olgusunu sarstı. Bu kez ilk defa basın açıklamasını birlikte yaptılar ve ortak kavramlar kullandılar.  Hem Süreyya Önder hem de Yalçın Akdoğan’ın söylemlerinde kavram düzeyinde öne çıkan ortak sözcüklerin başında “demokratik siyaset” ve  “Silahı bırakma çağrısı”, geliyordu. 
Topluma tekrar bayram havası yaşatması beklenen bu kavramlar bile istenilen heyecanı doğurmadı. Çünkü tarafların kullandığı ve anlaşmanın çerçevesini oluşturan kavramlar aynı olsa da onlara atfedilen değerler farklıydı. “Silahları bırakma” kavramıyla, hükümetin kastettiği, PKK’nın tümüyle silahlı mücadeleden vazgeçip, hatta kandili de terk edip başka bir yere gitmesidir. Eğer gerçekleşirse, PKK’nın niyeti ise, Türkiye sınırlarında bulunan silahlı güçlerinin Kandil’e geri dönmesidir. Buna karşılıkla sınırda ve karakollarda Türk asker ve polisinin tümüyle içeri çekilmesidir. 
Şimdi sormak istiyorum, dağdakilerin Türkiye topraklarını terk etmesi, “silahlara veda” anlamına geliyor mu? Hayır, gelmiyor! O zaman kavramın adını değiştirelim ve “silahlı gerillanın bir süreliğine Türkiye topraklarından çıkması” şeklinde ifade edelim. Daha inandırıcı olmaz mı?
Ayrıca “Silahı bırakma” çağrısı, batı kamuoyunda ne kadar ümit(!) verdiyse, basın açıklamasında kullanılan “demokratik siyaset” kavramı da o kadar ümit verdi.  Çünkü bu da, HDP’nin sürecin başından beri toplumu korkutmamak için, özenle seçtiği ve siyasi arenada kullandığı kavramlardan biridir. Dolayısıyla bu kavram; “demokrasi” ve “siyaset” olgularını içerse de tarafların yüklediği anlam farklı olduğu için beklenen barış ortamına katkı sunacak gibi gözükmüyor.
AK Parti için bu kavramın açılımının ne olduğunu tam olarak bilmiyorum. Ancak diğer taraf için; “demokratik siyaset”  kavramının açılımı çok önemli toplumsal ve siyasal dönüşümleri içeriyor. Daha da açıkçası,  “demokratik siyaset denilince, verili koşullarda öncelikle baskı ve sömürüye dayalı egemenlikten kurtulmayı ve özgürleşmeyi esas alan direniş ve mücadele yoluyla sorunları çözüme kavuşturma etkinlikleri” kastediliyor. 
Bu tanımlardan hareketle yapılan anlaşmayı analiz ettiğimizde şunu açıkça görüyoruz: Yakalanan konsensüs, en azından bir taraf için, barış anlamına gelmiyor, bilakis “egemenlikten kurtulmak için “direnme ve mücadele etme” aşamasına geçme anlamına geliyor. Yani, karşı tarafın hiçbir adım atmadığı varsayımından yola çıkılarak ve hatta onu hala “baskıcı ve sömürücü” bir konumda görerek, onunla direnişe dayalı bir mücadeleye başlama kararı gibi gözüküyor. 
Ayrıca “demokratik siyasetin örgütlenme ve kurumlaşma” yaklaşımları da kaygıları harekete geçiren, dolayısıyla açıklığa kavuşması gereken bir konudur. Çünkü bu, konfederal bir idare sistemini öngören bir yaklaşımdır.  
Görüldüğü gibi, mutabakat anlaşmasında ortak kavramlar kullanılsa da tarafların ilk pozisyonlarından geri adım atmadığı gibi bir izlenime kapılıyoruz.  Bundan dolayı da tarihi sürecin akamete uğramaması için, süreci yürüten siyasi aktörlerin daha şeffaf olması ve kullanılan kavramlara hangi anlamları yüklediklerini belirtmeleri gerekir. Çünkü kamuoyu bir kez daha güven kaybederse, korkarım ki, bir daha asla süreci konuşamayacağız.
Şimdi hem muhalefetin iddialarını boşa çıkarmak hem de süreci başarıyla sonuçlandırmak için daha açık olma zamanı.

www.sabrieyigun.com.tr