TÜRKİYE’Yİ YALNIZLAŞTIRMA POLİTİKASI

Türkiye’yi yalnızlaştırma politikası aslında 2013’te başlamış görünüyor. Hatırlayalım, 16 Mayıs 2013’te birçok ilkleri barındıran Erdoğan-Obama görüşmesi gerçekleşti.

İlk defa ABD-Türkiye görüşmesine hem ABD başkanı hem de başkan yardımcısı birlikte bulunuyordu. Daha önceki görüşmelerde Türk heyeti, ABD başkan ve başkan yardımcısıyla ayrı ayrı görüşüyordu. ABD heyetinde, Başkan Obama ve Başkan Yardımcısı Biden’ın yanında Savunma Bakanı Hagel ve Dışişleri Bakanı Kerry de vardı.

İlk defa Beyaz Saray’daki bir görüşmede, MİT müsteşarı da bulundu ve o dönemde tartışmalara neden oldu. Bu da istihbarat gibi önemli konuların konuşulduğunu gösteriyor.

Ve ilk defa heyetler bu kadar geniş tutuldu. Türk heyetinde Erdoğan’ın yanında dönemin kabinesinden Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, AB Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, o zaman henüz milletvekili olmayan AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, o dönemde Erdoğan’ın dış ilişkilerden sorumlu yardımcısı Mevlüt Çavuşoğlu, AK Parti Grup Başkanvekili Ayşenur Bahçekapılı, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, dönemin Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala bulunuyordu.

Şu kadroya bakın. Demek ki mevzu derin…

Basın toplantısı ve yemek hariç, sadece kapalı görüşme tam iki buçuk saat sürdü. Yirmi dakika süren son Erdoğan-Trump görüşmesine bakılırsa, Obama yönetimiyle konuşacak epey bir konularımız varmış o zamanlarda.

Peki ne konuşuldu?

Basına yansıdığı kadarıyla, toplantının ana gündem maddelerini Suriye’deki iç savaş ve Kuzey Irak petrolleri teşkil etmişti. Ama hangi zeminde, hangi üslupla konuşulduğu meçhul.

Erdoğan’ın ABD dönüşündeki yüz ifadesinden dolayı, toplantının iyi geçmediğine dair yorumlar yapılmıştı. Hatta Amerikalı gazeteci Seymour Hersh’ün aktardığına göre, Erdoğan iki defa Hakan Fidan’ı konuşturmak istemesine rağmen, Obama Fidan’ı konuşturtmamış ve Suriye konusunda radikal örgütlerle iş yaptığına dair Fidan’ı suçlamış.

Daha da ötesi aynı gazeteciye göre Erdoğan, Başkan Obama’ya Beyaz Saray’da parmak sallamış. Aralarında nasıl bir konuşma geçtiyse artık.

Bunlar işin dedikodu tarafı, resmi ağızlardan böyle bir beyan yok. Hatta toplantıdan sonra Erdoğan ve Obama, gayet neşeli bir şekilde gül bahçesinde basın toplantısı düzenlediler. Fakat ilişkilerde bir anlaşmazlık olduğu belliydi.

Sonra ne oldu peki?

Bu görüşmeden yaklaşık on gün sonra gezi olayları patladı. Aslında küçücük bir protesto ile başlayan bu olaylar birden bire dünya medyasının ana gündemi haline geldi. Olduğundan çok fazla büyütüldü.

O dönemde henüz Erdoğan’la açık açık savaşamayan FETÖ de “gezicilere ‘çapulcu’ demeyin” diyerek gezicilere destek verdi. Üst akıl tüm kanallarını devreye soktu. Sanatçılar, iş adamları, basın mensupları, siyasetçiler, emniyetteki FETÖ’cüler yani kim varsa “gezi fırsatını” değerlendirmek için seferber etti. Ama sonuç başarısız…

 Sonra yine aynı eller, FETÖ marifetiyle 17-25 Aralık operasyonunu düzenlediler. Amaç Erdoğan’ı devirmek filan değildi. Amaç onu itibarsızlaştırmak, köşeye sıkıştırmak ve istediklerini ona yaptırmaktı. Çünkü Erdoğan olduğu sürece, Türkiye’de ikinci bir liderin şansının olmadığını biliyorlardı. Ama onlara uysal, emirlerini yerine getiren, itiraz etmeyen bir Erdoğan lazımdı. Onun için de Erdoğan’ı indirmek yerine, onu itiraz edemeyecek kıvama getirmek istediler. Ve sonuç yine başarısız…

Bu millet onlara inanmadı, Sayın Erdoğan’a güvendi ve yaklaşık dokuz ay sonra yüzde 51 ile onu Cumhurbaşkanı olarak seçti.

Erdoğan ile anlaşamayacaklarını anlayınca, tek çare olarak darbe teşebbüsünde bulundular. Ama en büyük yanlışları, FETÖ gibi pısırık, çift kişilikli, tek başına karar veremeyen generallere güvenmeleri oldu. Ve en önemlisi de bu milleti iyi okuyamadılar. Tankların üzerine çıkabilecek, kurşunların üstüne atlayabilecek bir milleti hesaba katmadılar. Sonuç yine başarısız…

Şimdi de uluslararası alanda Türkiye’yi yalnızlaştırmaya çalışıyorlar. Türkiye’nin en iyi dostlarından biri olan Katar’ı abluka altına aldılar. Üstelik son derece komik bahanelerle. Düşünün ablukanın kalkmasının şartlarından biri, Türkiye’nin Katar’daki  üssüne son vermesidir. Peki bunu hangi gerekçeyle istiyorlar? Gerçeğe bakılırsa, Türk üssünün körfez ülkelerine bir zararı olmadığı gibi faydası var. O halde, bu şart aslında dört Arap ülkesinin şartı değil, onların vasileri olan düvel-i muazzamanın şartı. Amaç Türkiye’yi bu denklemden çıkarmak.

Sadece bu da değil. Arabistan’da gizli bir darbe oldu. Eski veliahdın Türkiye yanlısı olduğu biliniyor. Onu azletmek ve Türkiye karşıtı olarak bilinen yeni veliahdı alelacele tayin etmek yine bölgede Türkiye’yi yalnızlaştırmanın başka bir uzantısı.

Diyeceksiniz ki “Ya neymiş bu Türkiye, bütün dünya onu yemeye çalışıyor.”

Şunu bilelim ki Türkiye Türkiye’den büyüktür. Erdoğan liderliğindeki Türkiye, Batı’ya karşı direnebilen, planlarını bozabilen, Orta Doğu’nun Müslüman halkına önderlik edip onları birleştirebilen tek güçtür.

İkinci Dünya savaşından sonra çizilen sınırlar artık eskidi. İnsanlar bilinçlendi. Artık bir değişiklik şart ve bu değişim kaçınılmaz görünüyor. Onlar istiyorlar ki bu değişim yine onların kontrolünde olsun. Türkiye denklem dışı kalsın. Aslında bu istekleri çok da yadırganacak bir şey değil. Hayatın kanunu böyle. Kimse gücüne başkalarını ortak etmek istemez. Ve kimse altın tepsiyle sana gücü hediye etmez. Sen bedel ödeyeceksin, güçlü olacaksın, sana oynanan oyunları bozacaksın, oyunda bir kural da sen koyacaksın.

İşte Türkiye artık bunu diyor. “Bu oyunda bazı kuralları da ben koyarım.” diyor. Kural koymak için de kavga edecek, risk alacak, yalnızlığa mahkûm olmayı göze alacak ama asla geri adım atmayacak bir ülke olmak zorundadır Türkiye.

Türkiye’nin tek suçu “Bölgede biz de varız, bizi de dinleyin. Orta Doğu’nun kaderini Batı’nın soğuk saraylarında çizemezsiniz.” demesidir. Ancak bu söylem Türkiye’yi asılacaklar listesinin başında yazdırmaktadır.

Sonuç olarak 16 Mayıs 2013’teki Erdoğan-Obama görüşmesiyle başlayan “ben de varım” yürüyüşü devam ediyor. Bu yürüyüşte yalnız kalma riski var, krizler var, ekonomik ve askeri darbeler var yani bir bedel ödeme var. Türkiye bu bedelleri ödemeye hazırdır. Varsın birileri Ankara-İstanbul arasında yürüyüş yapsın. Bu millet “var olma” hedeflerine doğru 2013’ten beri yürüyor.