DİYARBAKIR SURLARI ÖNÜNDE İKİ ARAP

Soğuk bir kış günüydü. Diyarbakır'ın nadir soğuk kışlarındandı. 20 gün önce yağan kar, yerden hala kalkmamış ve Dağ Kapı'ya erken çöken akşam karanlığında, son trafik ışıklarında durmuş eve dönmeye çalışıyordum. Benden önceki araç sarıda geçince kırmızı ışığa takılmıştım. Birden camımın ürkekçe iki kez tıklandığını gördüm. Bu dokunuş bizim çocuklarınkine benzemiyordu. Utangaç ve ürkekçeydi.

Camı açtığımda sadece Suriye Halep Şeyh Maksud mahallesi diyebildi, yanında iki üç çocuğuyla otuzunda yaşlanmış Arap. Ailece el açıyorlardı. Yüzlerinin nuru gitmiş olsa da Araplıkları yüzlerinden akıyordu. Tam da Bediüzzaman’ın tarif ettiği tipe uyuyordu. Harbi umumiyi gören çocuk dahi olsa yaşlıdır. Bence o bile, çok daha iyiydi. Hiç olmazsa karşınızda düşman ve bir cephe hattı vardı. Ama burada kardeşiniz var ve ülkenizde vahşice birbirinizle savaşıyorsunuz. El aman ya rabbi. Bir vahşet ki ne vahşet.

Elimi bozuk paralara uzattığımda birden daldım ve uyuduğumu hatırlıyorum. Sanki bir melek elimden tutup ne oldum değil ne olacağını görmek istiyorsan, der gibi beni alem-i ibrete çıkarmıştı. Düşmez kalkmaz bir Allah’tı. La Ğalibe İllalah. En son hafiften yanan kırmızı ışıkları hatırlıyorum.

Gözlerim Diyarbakır surlarındaki Arapça yazıların üzerinde kayarak, gayri ihtiyari okumaya başladı. 5.5 km uzunluğundaki Sur’un, sadece bir kemeri metrelerce uzanıyordu Nur Burcu’na doğru. Baktım ki surun her taşında Arab’ın parmak izi vardı ve hepsi aynı ihtişamdaydı. Sur’un hemen iç tarafında ise Saad Bin Vakkas ve arkadaşı iki Arap daha yatıyordu. Diyarbakır’ın fethine gelen sahabelerdi. Az aşağıdaki 27 sahabe ve Hazreti Süleyman bin Halid Velid yatıyordu. Babası Hz. Halid Bin Velid Halep’teyken kendisi buradaydı. Nereden nereye…

638-640 yılları arasında dünya harp tarihinin en muhteşem sayfalarından birini yazmışlardı İyaz Bin Ğanem’le. Kuzey Mezopotamya’dan Kayseri, Erzurum ve Ahlat hattına kadar iki yılda feth etmişlerdi tüm bölgeyi. İstanbul’u da kuşatmışlardı. Kız kulesine ve Galata’ya inat Arap camiini, mahallesini kurmuşlardı aynı yıllardı.

Tam karşıda ise Dicle Üniversitesi’nin olduğu yerde ise baktım Halid Bin Velid’in otağının sancakları dalgalanıyor gibiydi. Dünyanın en sağlam kalesini fethe gelmişlerdi. Ne muhteşem bir zafer kazanmışlardı… Arapça tekbir sesleriyle tek vuruşla.

Aynı anda Kuzey Afrika’da at koşturan Mus’ab Bin Ümeyr ve 711 yılında İspanya’ya ayak basan Tarık Bin Ziyad geldi gözlerimin önüne. Dünya bir salon tarih de bir sinema sahnesi olmuştu. Askerlerini bugün İngiliz bayrağının dalgalandığı, kale gibi büyük olan doğal bir kayanın üzerine çıkardıktan sonra kıyıdaki gemileri yakan Tarık. Önde düşman arkada deniz… Siz bilirsiniz” deyip gemileri yakan Tarık.

Yola çıkan Arap tam 750 yıl burada bugünkü bilimin temellerini attıktan sonra El Hamra sarayından, Arabın ah ettiği tepeye çıkarak, Endülüs’ün her taşına “La Ğalibe İllalah” diyerek yıldızlara çıkacaktır 781 yıl sonra. İbn-i Rüşd, Hayy Bin Yekzan, Kurtuba Ulucamii’ne sahip çıkacaklardır.

Bir hurma ağacının altına oturan Arap “sen ve ben bu diyarda garibiz” deyip Şam ve Bağdat’a ağlayan Arap, Kurtuba’yı Şam ve Bağdat’ın emsali yapacaktır....

Bundan sonra adı Morisko olacaktır Arap’ın . Reconcista, Hilali mağlup edecektir. Osmanlının Viyana bozgunudur bu. Ama nasıl bunu sen ellerinle yapmadın dı? Bir elinde ipek, bir elinde ateşten gömleği sen ellerinle dikip giymedin mi? Arap. Tıpkı bugün Halep ve şam’ı yaptığın gibi o gün de Medinetuzzehrayı yakmadın mı?

Hani hatırlar mısın? Bir sabah namazı yeni bitmişti. Medinettuzzehra sarayında, Kuzey İspanya’nın haraca bağlanan Hristiyan krallıkların elçileri yıllık vergilerini ödemek için kapıda bekliyorlardı. Elçiler hayvanlarına ve sırtlarına aldıkları altın çuvalları, üç kilometrelik kılıç alayının altında aşağılanarak sarayın kapısına geldiklerinde kapıdaki ilk görevliyi, Halife zannederek hemen altınları dökerek ayaklarına kapanmıştı. Oysa o muhteşem kıyafetli adam sadece sıradan bir görevliydi. Sarayın ikinci kapısına girildikten sonra ise daha ihtişamlı bir adamla karşılaşıldığında ise aynı şekilde onun da ayağına kapanılmıştı ki, o da elçilerin ensesini kılıçlılarıyla doğrultmuş ve Halife’nin içerde olduğunu söylemişlerdi. Bu şekilde akşama doğru Halife’nin olduğu odaya vardıklarında ise şaşkınlıktan ve aşağılanmaktan neredeyse öleceklerdi. Tıpkı Topkapı sarayında Kanuni’den merhamet dileyen, pirenelerin az ilerisindeki Frenk diyarının kralı Fransuva’nın anası gibi.

Birden karşılarında, bir ateşin önünde gayet sade hatta yama giyimli, bir elinde kitap okuyan ve diğer elinde kılıç bulunan Halife ayağa kalktı. Ciddiyetle hoş geldin deyinceye kadar elçiler günü tamamlamış ve kelleyi omuzlarının üzerinde zor tuttuklarını söylüyorlardı. Elçi, asla yüzüne bakamadığı halifeye yere bakarak şu soruyu sordu: Efendim, kapıdakiler sizden daha iyi giyimli ve ellerinizdekinin hikmetini anlatır mısın? Halife şöyle dedi: Eğer ben en fakir halkım gibi giyinmezsem, bu Kur’an’ı ve kılıcı elimden bırakırsam Allah beni hem bu dünyada hem de ahirette bu ateşte yakacaktır. Halife ne kadar da doğru söylemiş. Ağladın… Ağlattın… Kahrettin.

Peki ya Asya’da yaktığın Türkistan kandilleri. Batı’da Tarık Bin Ziyad’ın orduları İspanya’yı fethederken (711) aynı yıllarda Ziyad Bin Salih kumandasındaki ordu, Talas savaşında (751) Çinlileri darmadağın etmişlerdir. Ön Asya ise (Hint ve Cava Adaları) tüccarların samimiyetleri ile Müslümanlaşmışlardır. Yemen’den Kafkaslara kadar olan bölgede bu coğrafyaya dahi edilince ortaya, üzerinde güneşin en çok durduğu, bir Dünya cenneti çıkmaktadır.

Buhara, Semerkand, Merv, Taşkent, Hint deryası.. İbn-i Haldun, El Cezeri, Biruni, İbni Sina senin çocukların değil mi? Aristo ve Sokrat sen Bağdat’taki Beyt-ül hikmelerinle yeniden dirilmedi mi?… Bunların hepsini sen yapmadın mı? Bunlara Allah’ın dinini götürmedin mi?

Allah’ın kılıcı sen olmadın mı? Nasıl oluyor da, kâinatın efendisi Hz. Peygamberi doğuran sen, insanlığa insanlığı öğreten Arap şimdi aynı elle dilencilik yapıyorsun. Arkamdaki korna sesleriyle uyandığımda baktım ki sarı ışık yanıyor.

Utancımdan Hazreti Yunus’un mağarasının olduğu Fiskaya’dan hızla aşağı indiğimde aynı şekilde kendimden de utanç duydum.

Baktım Diyarbakır surları önündeki iki Arap’tan biri dilenmeye gelmiş diğeri fethe gelmişti. Fethe gelenin kabirleri bile kutsal iken, bu Arap ölünce bakalım ki Belediye el atacak mı? Sizce bu iki Arap arasındaki fark nedir?

Hüseyin ŞEYHANLIOĞLU