HAC MI, UMRE Mİ, PİKNİK Mİ? (II)

Evet, sevgili okurlar.

Dün de detaylı ve kapsamlı olarak sizinle paylaşmıştık.

Memleket meselelerinin başını çeken “iç depresyonlarla” ilgili yanlış yönlendirmelerle, yanlış ve kirli bilgilerin ülkemizi her gün biraz daha sarsıyor.

Kargaşa, kavga, terör gibi sosyal ve toplumsal dengesizliklere adeta davetiye çıkarılıyor.

Ekonomiksel ve toplumsal ahlaki çöküntüler git gide çoğalıyor…

Böyle olunca içtimai hayat faktörümüz ve ailelerdeki yaşam dramları da her gün biraz daha artıyor.

Ve nice aileler kökten sönüyor ve göç edip gidiyor.

Bir daha dönmemek kaydıyla kendini toparlayamıyor.

Nitekim dünkü yazımızda Gazi Yaşargil Eğitim ve Araştırma Hastanesindeki çalışan bir ailenin üzücü manzarasını sizinle paylaşmıştık.

İki eş, aynı hastanede çalışıyor.

Birimleri ayrı ise de fark etmez.

Deyim yerindeyse eşini aldatarak bir başkasıyla flört ediyor kadın ve kocası da bir gün bir mesajını yakalıyor.

Ondan sonra kıyamet kopuyor.

Kadın; böylesine serbestçe insanlık dışı kirli işleri yapıyorsa, kocasını kandırıyor ve aldatıyorsa, o kocanın da artık gayret ve namus damarına dokunuyor.

Onu sorgulamaya çalışıyor, kadın bunu tabi kabullenmiyor ve “Bana şiddet uyguluyorsun” diye boşanma davası açıyor.

Böylesine kadına verilen serbestlik de “Kadın Hakları” olarak nitelendiriliyor.

Mevcut sistem, mevcut Kemalizm rejimi hep kadınların masumiyetini gösteriyor.

Kadının her yaptığı “demokratik hak” olarak savunuluyor.

Nalıncının keseri gibi hep tek taraftan yontuluyor.

25 Kasım Dünya Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü olarak kutlanırken, çeşitli “Kadın Dernekleri” adeta kadın ne yaparsa yapsın hiç suçu yoktur, hiçbir fitneye neden olmuyor, illa ki erkek suçludur, şiddetçidir ve zulmediyor.

Bu şekilde savunuluyor.

Oysaki el altından, gizliden gizliye toplumda verilen görüntü hiç de öyle değil.

Nerdeyse günümüzde kadın; ister örtülü olsun, ister açık olsun, genelleme olmasa dahi ekseriyet-i mutlaka içerisinde yaptıkları, her gün yazılı ve görsel medyada kendilerini zaten ele veriyor.

Erkekler ise daima ne derse geçersizdir, her söylemlerinde de küçük düşürülüyor.

Sistemin böylece “Kadın Hakları” adı altında vermiş olduğu geniş çaplı sözde “Hak” inanın sevgili dostlar, binlerce ailenin çöküşüne sebep olmuştur.

İki eş mahkemelerde boşanma davası ile dopdolu dosyalardan kendini kurtaramıyor.

Aynı biçimde o ailenin, o ana-babadan geri kalan boynu bükük nice çocukları meydanlarda kalıyor.

Hep çifte standartlar uygulanıyor.

Ülke; toplumsal bir fitne yağmuruna tutuluyor.

Ve ne yazık ki devlet, hukuk, adalet, buna seyirci kalıyor gibi şeklen davalar takip ediliyor, olaylara müdahale ediliyor.

Polisiye tedbirler alınıyorsa da her gün biraz daha durum azgınlaşarak şiddet de çoğalıyor.

Buna rağmen, Türkiye Cumhuriyeti “Hukuk Devletidir” diyoruz.

Kadın Hakları Dernekleri ise hep bunu savunuyor.

Diyorlar ki;

Çağdaş modern kadın hakları bundan ibarettir.

Açılıp saçılıyor, aşırı derecede makyajını yapıyor, karma çalışma uygulamaları gerçekleştiriliyor.

Yedi yabancı erkek ve kadın bir araya geliyor.

Gerektiğinde flört de yapılıyor, yaptıkları da nerdeyse yanlarına kar kalıyor.

Zira yakınları bir şey derse, hemen suçluluk defterine tescil ediliyor.

Ve böylece ülke her gün biraz daha bu kez “aile terörüyle” karşı karşıya geliyor.

* * *

Öte yandan Diyanet İşleri Başkanlığı ile Türkiye’de bulunan özellikle İstanbul’da bulunan bazı “Hac ve Umre” turizm şirketlerinin “Hac ve Umre” adı altında yapmış oldukları İslam dışı, şeriat dışı uygulamalar uzaktan yakından “Hac ve Umre” uygulamasıyla ilgisi olmayıp, sadece ranta dayalı kişisel şirketlerin “Dolar ve Euro” olarak büyük çapta para kazanmak için, vatandaşların ceplerine girip adeta yankesicilik yaparcasına haksız yere para kazanıyorlar.

Ve genç kadınları noterden sahte evrak tanzimiyle herhangi bir yakını olmadan “Arz-ı Harameyne”, yani Mekke ve Medine’ye “Hac ve Umre” adı altında gönderiliyor.

Ve ne idüğü belirsiz sahte dayılar ihdas ediliyor.

Suudi Arabistan’ın resmi birimlerinden geçirilebiliyor ve sonrasında lüks otellerde İslam’la alakası olmayan adeta bir “Hac ve Umre” değil de “piknik, sosyetik bir tatil” hali yaşatılıyor.

Ve Diyanet İşleri Başkanlığı da buna seyirci kalıyor.

Bilemiyorum.

Diyanet İşleri Başkanlığı büyük bir keyfilik içinde seyirci kalabiliyor ve hatta kendileri dahi bunu uyguluyorlar.

“Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” diye sormak gerekmez mi?

Bununla beraber tüm bu kirlenme, iğrenç, İslam dışı uygulamalar ve bir de “Merd-i Kıpti” gibi şecaatini arz ederken sirkatini de ele veriyor.

Yani “Biz Müslüman’ız veyahut biz Hukuk Devletiyiz, Kadın ve Erkek Haklarını savunuyoruz” deyip öbür taraftan “Hac ve Umre” ibadeti yapıyoruz.

Ama sosyetik bir biçimde, ılımlı İslam biçimiyle uygulamaya geçiyoruz.

Bakın, bu kesinlikle İslam’la terstir.

Müslümanlık sayılamaz.

Münafıklığın dik alasıdır.

Tüm bu yaşam biçimlerine rağmen bilemiyorum, Nasıl Filistin’i kurtarırız, nasıl Kuds-i Şerif’i kurtarırız?

Bırakın Filistin’i veya Filistinlileri, bırakın Kudüs’ü zaten Kudüs gitmiş.

Bugünkü Suudi Arabistan hükümetinin hain uygulamalarıyla bir gün nasıl Kudüs’ü İsrail’e verme fetvasına girdiyse, korkarım ki yakın bir gelecekte ABD’nin Trump’ı ile İsrail’in Netanyahu’suna da “Barış” adı altında o kutsal toprakları da peşkeş etme tehlikesi geçireceğiz.

O zaman İslam dünyası acaba hangi platformda yer alacak ve ne yapabilecek?

Bize göre hayır, hayır.

Hiç bir şey yapamayacak.

Ancak bağıracağız, çağıracağız.

İsrail’in kirli bezden ibaret olan bayraklarını yakacağız.

Ki o da İslam dünyasını bir yere götüremez.

Yüce İslam dini kutsaldır çünkü.

Azizdir.

Üstündür.

Onu savunanlar da çok aziz, çok imanlı, çok üstün seviyede yürüyen bir ümmet olmalı.

O yüce İslam dinini alet ederek kişisel kirli rant değil, bütün varlıklarını teknolojiye münhasır kılmaları gerekir.

Aksi takdirde “Havanda su dövercesine” başkasının değirmenine su taşınmış olur.

En derin saygı ve sevgilerimle.