TEVHİT İNANCININ MERKEZİ CAMİLERDİR! (II)

 

Evet, sevgili okurlar.

Cumhurbaşkanı muhterem Recep Tayyip Erdoğan, Almanya seyahatinde “Diyanet İşleri Türk İslam Birliği Merkez Camisinin" açılış törenine davet edilmişti..

Dünkü yazımızda da ifade etmeye çalıştığımız gibi, Başkan Erdoğan camii açılış töreninde, bütün dünyaya seslenirken, konuşmasına başlık olarak kullandığı çok önemli bir kavram vardı…

“TEVHİT İNANCININ MERKEZİ CAMİLERDİR…”

Hiç kuşkusuz ki "Tevhit" demek; birlik, birliktelik ve beraberlik demektir...

Niye camilerde birlik beraberlik oluyor da başka yerde olmuyor diye sorulursa?

Verilecek cevap şu...

Elbette ki camilerde okunan Ezan-ı Muhammedi’de, minarelerden yeryüzüne “kurtuluşa ve refaha gelin” diyerek seslenilmektedir…

Yankılanan ezan, müminlerin kıyamda omuz omuza vermesini, aynı safta durmasını hükmediyor…

Büyük bir İslam terbiyesi ve disipliniyle kıyamdan rükua, rükudan secdeye, secdeden teşehhüd oturuşuna ve namazın bitişine kadar, caminin içindeki “Tevhit” inancı doğrultusunda hareket edilmesini emrediyor..

Bu emir ve hüküm o birlikteliğin bir simgesidir.

Zaten o olmazsa “Tevhit” olamaz...

Gerçekten Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, kıblemiz bir, cemaatimiz bir, çok büyük birler içinde tevhit vardır.

Tevhitte ittihat vardır..

Sulh vardır…

Barış vardır..

Uğur ve bereket vardır.

Kan dökme yoktur..

Terör yoktur..

Her ne kadar kirli emperyalistlik varsa da, onlar yoktur.

Nurlu bir cemaat, nurlu bir ittihat, aydınlığa doğru toplumsal bir yürüyüş vardır!

Onun için de Cumhurbaşkanımız Erdoğan her fırsatta bunu ifade etmektedir..

“TEVHİT İNANCININ MERKEZİ CAMİLERDİR!”

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Tüm bunlara rağmen, nerdeyse 1440 yıldan beri bu ittihat, bu tevhit içerisinde yaşaya gelen İslam dünyası, ne yazık ki zaman zaman içinden vuruluyor, kemiriliyor, sömürülüyor...

Ve hiç kimse bunun farkında değil.

Komplo teorileriyle karşı karşıya kalıyor ve adeta hileli, tezgâhlı oyunlar oynanıyor.

Dünkü sohbetimizde de ifade etmiştik.

Osmanlıyı yıkan en büyük etken, batılılaşma, garplılaşma oyunlarına kanılmasıdır..

Sultan Abdülhamid’in babası Abdülmecit döneminde Osmanlı ordusu bünyesindeki Yahudi piyon ajanlara hizmet veren satılmış birçok general ve subaylar vardı.

Ki Osmanlı onlara sonradan paşalık unvanı vermişti.

Bunların hepsi talimatlarını içimizdeki Osmanlı bünyesinde kümelenmiş, birbiriyle kenetlenmiş gizli localardan almaktaydılar..

Ülkeye ve millete karşı; iğrenç haller yaşatılmıştır..

Böylelikle söz sahibi olan devlet değilmiş gibi hareket edilmiş…

Devletin bünyesine sızdırılmış Moiz Kohen’ler gibi nice ajan ve piyonlar; faaliyet göstermiştir..

Ki onlar, isim değiştirerek Türkçe isim kullanarak, sanki "Müslüman ve Türkiye’li, Osmanlı" gibi kendilerini göstermişlerdir..

Nitekim, Moiz Kohen Munis Tekinalp ismini kullanmıştır..

Irkçılığa, Turancılığa davetiye çıkaran 5 kitabın da yazarı..

Ne yazık ki, sonradan fark ettiler bizimkiler.

Ama heyhat!

O tohum seneler öncesinden atıldı..

Ve kimse fark edemedi..

Fark edenler de, sonucun bu rendeye gelebileceğini kestiremediler..

Sonuç itibariyle Osmanlıyı yıkan; içteki tezgâhçı masonik kafalar olmuştur.

Ve bunlar da devletin kilit noktalarını işgal eden kimseler idi!

Kişisel olarak söylüyorum.

Biz ne kadar Osmanlı Padişahlarının methu senasını yaparsak yapalım, Sultan Abdülaziz, Abdülmecit ve Abdülhamid dönemlerinde devlet büyük bir gaflet içinde; yönetilmiştir..

Cüce Reşit Paşa’nın ne işi var?

Devlet imkânları ona veriliyor ve devlet büyükleri namına icraat yapıyor?

Ve sözde hizmet ediyormuş.

Hangi hizmet?

Hizmetin dik alası İttihat Terakki Partisinin kuruluşu olmuştur.

Seçilmiş üç tane mason paşalar.

Ve ne idüğü belli olan Talat, Enver ve Reşit Paşa’nın hal-i mevcudiyetleri ortada.

Bu itibarla o partinin iktidara gelişinden sonra İngilizlerle, Fransızlarla çok derin irtibat sağlamışlardır..

Nihayetinde Osmanlıyı, “tarumar” etmek için 1914’te bu tezgâh yürürlüğe sokuldu…

Ve bir İmparatorluk yok edildi..

Bugün, bize göre 27 Mayıs 1960, 12 Eylül 1980, 27 Şubat 1997 ve Yahudi kökenli bir Genelkurmay başkanı imzasını taşıyan 27 Nisan muhtırası...

Ama dua etsinler ki Cumhurbaşkanı o esnada Abdullah Gül’dü, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dı ve Meclis Başkanı da Cemil Çiçek’ti.

Bu üçlü ittifak, o muhtırayı geçerli saymadı…

Muhtırayı tabiri caizse takmadılar ve kendiliğinden sönüp gitti.

Ama iktidar o gün itibariyle her gün güçlenerek attığı adımlar hep tehlikeye girmişti.

Taksim Gezi Parkı olayları, 17-25 Aralık operasyonları ve daha neler neler…

Çok şeyler yapıldı.

Tüm bunların başını çeken, TSK bünyesinde aynı Osmanlının son dönemindeki temposu ne ise aynı o anlayışla aynı o zekayla (!) o senaryoyla devam ede gelindi..

Zaten önceden planlanan darbe her 10 yılda bir kesinlikle düzenleniyor ve yürürlüğe sokulmak isteniyor.

Ama bir mucize olarak 15 Temmuz 2016’daki kirli girişim gerçekleşmedi.

Düşünün!

İttihat Terakki Cemiyeti döneminde Munis Tekinalp ismini taşıyan Moiz Kohen, Kemalizm’i yani Atatürkçülüğü gerçek manada devletin bünyesine kurtarıcı devrimci olarak tezgâhladığı kasıtlı bir oyundu.

Cumhuriyetimizin kuruluşundan günümüze dek hala o tempo ne yazık ki devam ediyor...

Keşke devam etmeseydi!

Kirli olan her şey kirli olarak görülmelidir.

Parlayan her şey de parlak olarak görülmelidir.

En derin saygı ve sevgilerimle…