Görüş Bildir

EMPERYALİST HAÇLI SEFERBERLİĞİ?! (III)

Evet, sevgili okurlar.

Üç günden beri “Emperyalist Haçlı Seferberliği” başlıklı yazımızla bu gün de sohbetimize aynı paralelde devam edeceğiz.

Zira memleket meseleleri oldukça yoğun, hele hele 16 Nisan’daki Referandum’un sath-ı mailindeki siyaset hareketliliği, insanlara yeni bir heyecan, yeni bir şevk, yeni bir hareketlilik getiriyor.

Çalışma azmini artırıyor.

Zira bu mesele artık partilerin, şahısların, coğrafyaların meseleleri olmaktan daha fazlasıyla “hakla batılı” birbirinden ayırt etme hareketliliğidir.

Küfürle imanın birbiriyle çatışma anıdır.

Zalimle mazlumun birbiriyle karşılaşma sürecidir.

Bu durumda ülke çapındaki yapılan oylama; “Evet” ile “Hayır” manası “Hak” ile “Batıl”ın yolunun ayrılmasıdır.

Bir hafta önce Valilik tarafından düzenlenen bir akşam yemeğinde, İçişleri Bakanı Sayın Süleyman Soylu Beyefendi, Diyarbakır’a teşrifleriyle ilimizdeki STK ile kanaat önderleri, esnaf ve iş çevrelerini bir araya getirdi ve çok güzel, ikna edici cümleler kurdu ve bol miktarda dinleyenlerden alkış topladı.

Büyük bir memnuniyetle de ayrıldı.

Bir hafta sonrasında, Bakan o toplantıyla yetinmemiş olacak ki bu kez Bakan Yardımcısı Sebahattin Öztürk Beyefendi’yi gönderdi.

Dün akşam yine Valilikçe tertip edilen yemekli toplantıda, tıpkı İçişleri Bakanı Sayın Süleyman Soylu’nun konuşması gibi bir konuşma yaptı.

Davetliler arasında bendeniz de bulunuyordum.

Konuşmadan sonra yemek yenildi, yemekten sonra vatandaşlara konuşma hakkı verildi.

Bazı kanaat önderleri mikrofonu ele alıp Referandumla ilgili, coğrafyamızla ilgili, Diyarbakır’ımızın yıllardan beri terörle karşı karşıya kalındığı dile getirildi.

Çok güzel bir atmosferde toplantı geçiyordu.

Ama zamanım elverişli olmadığı için toplantının sonuna kadar bekleyemedim.

Zira bu yazıyı gazeteye yetiştirmem lazımdı.

Bu yazıyı yazma fırsatını kaçırmamak için toplantıyı terk etmek zorunda kaldım.

Eğer sıra bana gelseydi, konuşma fırsatını bulmuş olsaydım…

Ben de Sayın Sebahattin Öztürk Bey’in yapmış olduğu konuşma arasında kullandığı çok önemli cümlelerin ve ifadelerin paralelinde soru sormak isterdim.

Ama o fırsatı bulamadım, geldim sanki orada konuşuyormuşum gibi o konuşmamı önemli bazı başlıklarla buraya almak istedim.

İnşallah Sayın Bakan Yardımcımız okur.

Şöyle ki;

Bakan Yardımcısı Sayın Sebahattin Öztürk Bey’in konuşmaları arasında geçen çok yapıcı ifadelerin başında gelen bazı cümleler şöyleydi;

Bizim aramızdaki geçmiş tarihimiz, bin seneye dayanıyor.

Çanakkale Savaşı, Milli Mücadele Savaşı gibi savaşlarda Türklerle Kürtlerin beraber omuz omuza vererek savaştıklarını hatırlatarak dile getirdi.

PKK’nın 1984’te Eruh’tan başlamak üzere memleketimizin içine girdiğini ve 33 seneden beri büyük katliamlar yaptıklarını anlatıyordu.

Sayın Öztürk’ün daha da önemli bazı birleştirici, uzlaştırıcı ifadeleri kullanmış olması elbette ki çok sevindiricidir.

Ama bu da bir gerçektir ki bunu da buraya yazmadan geçmek istemiyoruz.

Hem de Bakan Yardımcısı Sayın Öztürk’e hatırlatmak üzere bunları ifade ediyoruz;

Gerçekten bin seneden beri Türklerle Kürtlerin, Arapların, Çerkezlerin, yani Osmanlı döneminde tüm etnik grupların kardeşçe bir araya gelip omuz omuza vererek haçlı emperyalistlerle savaşırken, ne oldu da ansızın büyük bir inşikak, çatlama, bölünme, tefrika unsurların ülkemizin içine girmesiyle oluk gibi kan akıtıldı.

Masum insanlar, masum aileler, çok büyük zarar gördü.

Bu coğrafyada terörden zarar görmeyen aileler yoktur diye bilinir.

Tabii elbette ki bunları bilmeyen kimse yoktur.

Sayın Öztürk gibi değerli devlet adamlarının bunları bizden daha çok iyi bilmeleriyle beraber, biz de kamuoyuna bazı gerçekleri dile getirmek görevini hissediyoruz.

Ve soruyoruz!

* * *

Sayın Bakan!

Evet, gerçekten bin senelik geçmişe yönelik tarih akışı içerisinde akıp gelen bu millet ki ister Türkler olsun, ister Kürtler olsun.

Herkes, ama herkes dili, ırkı, rengi ne olursa olsun, iman nokta-i nazarında birbiriyle pekiştirilmiş, yekvücut hale gelmiş, ayrılık gayrilik düşünmeden oluşan ümmet gücünün varlığı söz konusuyken…

Ne oluyor da 1923’te kurulan cumhuriyetten sonra bu memleketin bin yıllık kültürü bir çırpıda değiştiriliyor?

Tarihi değiştirildi, dini inançlar tamamıyla vicdanlardan ve kalplerden söktürülüp atıldı.

Bu ülkenin ister Doğulusu olsun, ister Batılısı olsun, ister Türk’ü olsun, ister Kürdü olsun…

Bin senelik bir alfabe ile bu bütünlük içerisinde yaşaya gelen bu ülke insanlarının harfleri değiştirildi, ezanları değiştirildi.

Tek parti dipçik ve şeflik dönemi başladı.

Kürt kelimesi kullanıldığı zaman hor ve aşağılayıcı olarak kullanılıyordu.

Medreseler kapatıldı, camiler kışla haline getirildi, ezanlar Türkçeleştirildi, Ayasofya kapatıldı ve Haçlılara ipotek edildi. 

İşte devletin bu ceberut ve batıl anlayışına karşı demokratik hakkını kullanan bu ülke insanı, ister doğulusu olsun, ister batılısı olsun, herkes suçlandı.

İstiklal mahkemelerinde sorgulandı.

Ulema kesimleri, başta Osmanlının Şeyhülislam’larından Mustafa Sabri Efendi dahil olmak üzere, Bediüzzaman’lar, İskilipli Atıf Hoca’lar ve daha neler neler…

Herkes ama herkes sakıncalı görüldü.

“Şapka bizim giysimiz değil” diyen merhum İskilipli Atıf Hoca asıldı.

Ülke başsız kaldı.

Ülkede ulema ve din adamlarının sesi kıstırıldı.

Kur’an alfabesi olarak bilinen Selçukluların, Osmanlıların kullandığı bir alfabe ortadan kaldırıldı, Latin harfleriyle bu memleketin evlatları tanıştırıldı.

O eskimez harflerden oluşan bin yıllık kültür, bir çırpıda yok olup gitti.

Ama batı dünyası bu kültürünü değiştirmedi her nedense?

Japonya harflerini değiştirmedi.

Çin harflerini değiştirmedi.

Ama her gün biraz daha kültürel olarak, tarihsel olarak, teknoloji olarak büyüdükçe büyüdüler.

Biz ise harflerimizi değiştirmekle, medeniyetimizi geri plana atmakla, devlet olarak kendi elimizle baltayı alıp bacağımıza vurmuş olduk.

Avrupa, ilkokulundan Üniversitenin son sınıflarına kadar…

İncil’i, Hz. İsa’yı ve Hz. Meryem’i ders olarak körpe damağlı gençlere okuturken, biz o tarihi harflerimizi ortadan kaldırdık, kültürümüzü yok ettik.

İlkokul çocuklarımıza “Allah ve Muhammed” mefhumu yerine “At, it, ot” kavramlarıyla gençliğimizi tanıştırdık.

Evet, daha körpe damağlı çocuklarımıza bunları okuttuk ve okutmaya da devam ediyoruz.

Atatürkçülüğü, Kemalizm’i, laikçiliği ön plana aldık, tabulaştırdık ve İslam medeniyetini arka plana bıraktıkça bıraktık.

Fazla başınızı ağrıtmayayım Sayın Bakanım.

Gerçekten, bu memleketin eğer yıllardan beri PKK’yla tanışmak zorunluluğu söz konusuysa, o suçu bu halkta aramak yerine devlet siyasetinin yanlış politikalarında aramak gerekir ki bundan meydana gelmiştir.

Bu halk, 27 Mayıs 1960’lı yıllardan başlamak üzere her 10 yılda bir darbelerle karşı karşıya kalmıştır.

Ergenekoncu, askeri vesayetçi, post modern Batı Çalışma Grubu ve Yakamoz, Sarıkız vs. vs. daha nelerle bu memleket 28 Şubat’la tanıştırıldı.

28 Şubat dayatması ve Sincan’da tankların yürütülmesi, PKK’yı oldukça körükledi, ateşledi.

Ve o PKK yangınını söndürmek için su ile değil, ateşle insanların üzerine gidildi.

Yani iman nokta-i nazarında bu halka bir şey verilmedi.

İslam medeniyetiyle gençlik birbirinden uzaklaştırıldı ve bunun adına da Laikçilik ve Atatürkçülük denildi.

Demokratik, laik, cumhuriyetçi bir sistem olarak millete dayatıldı.

Oysaki bu coğrafya insanlarının yüzde 99’u Müslüman, inançlı, aile mazbudiyeti ve misafirperverliği inkâr edilmez gerçekler arasındadır.

Bu halk, hiçbir zaman PKK’lı olamaz.

Bundan 50-60 yıl önce Diyarbakır-Batman-Siirt-Van-Bitlis-Muş gibi illerin her ilçe ve her köyünde halkın kıt imkanıyla medreseler oluşturulmuş, öğrenciler yetiştirilmişti.

Ve Allah’ına, Peygamberine, kitabına, devletine, milletine bağlı bir nesil yetiştirme amacıyla ayağında çarık veyahut çizme lastikler giyen fakir vatandaşlar kendi kıt imkânlarıyla bu gençleri yetiştiriyordu.

Memlekete ve millete birer faydalı evlat oluyorlardı.

Ama ne vakit ki Tevhid-i Tedrisat adı altında laikçi, Kemalist bir tedrisat anlayışıyla devlet işe başladı…

İşte o zaman terör de başladı.

Zira Allah’ı tanımayan bir gençlik potansiyeli oluştu, bugün o gençlik potansiyeli ne yazık ki uyuşturucu sektörüyle tanışıyor.

Fuhuş sektörüyle tanışıyor, sirkat ve soygunculuk sektörüyle tanışıyor.

Tüm bu kangrenleşmiş sorunlar yumağının varlığını önce sistemin bünyesinde aramak gerekir.

Zaten yıllardan beri kolunu paçasını sıvayıp yola çıkan bu devlet büyüğü olan Recep Tayyip Erdoğan’ın da hedeflediği mücadele bu değil midir?

“Bu ülke bu sistemle yönetilmez” diyen o muhterem büyük insan Recep Tayyip Erdoğan değil midir?

* * *

İkinci bir husus da arz edeyim.

Eğer bugün PKK veyahut HDP lehine bir oy potansiyelinin varlığı söz konusuysa, bu da iyi bilinmelidir ki ister Diyarbakır’ımız olsun, ister bu bölgenin diğer illeri için olsun…

Yine gelip giden iktidarların seçtikleri ve halka sundukları yanlış teşkilatlar ve o teşkilatların bünyesinden çıkan yanlış siyasetçilerin oluşması birinci derecede sebep teşkil ediyor.

Hileli, şaibeli, kişisel çıkarı ön planda tutan siyasetçiler, artık Diyarbakır’ımızın ve Batman’ımızın, Siirt’imizin yakasından ellerini çekmeli ve istirahata geçmelidirler.

Halk, bunlardan ızdırap duyuyor.

Hani sormuşlar ya; 

Alevilerin Hz. Ali’ye aşırı bağlı olmaları, nerdeyse onları küfre sürüklemiş durumda, bunun sebeb-i mucibesi nedir?

Cevaben demişler ki:

“La lihübbi Aliy’yin bel-libuğdi umere”

Alevilerin Hz. Ali’ye aşırı derece bağlılığı Hz. Ali’yi sevmelerinden değil, belki Hz. Ömer’e buğzettikleri içindir.

Bu memleketin oy potansiyeli de HDP veya PKK lehine çıkıyorsa da inanın bu memleketin insanı HDP’li veya PKK’lı değil, ancak AK Parti’nin seçtiği yanlış politikacılar yüzünden oraya kayıyorlar.

Söylemek istediğimiz memleket gerçekleri bundan ibarettir.

En derin saygı ve sevgilerimle. 


Bu Makale 7123 kere okunmuştur.