Görüş Bildir

HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ MÜ, AVUKATIN RANTI MI? (IV)

Evet sevgili okurlar!

“Hukukun üstünlüğü mü, Avukatın Rantı mı?” başlıklı yazımızın dördüncü serisindeyiz.

“Hukuk demek, Adalet demek, bir ülkenin varlığı ve bütünlüğü, birliği ve dirliği demektir” demiştik.

Çünkü, hukukun ana çekirdeği “adalettir...”

Adaleti uygulayanların da mutlak surette uygulama ehliyetinin varlığı söz konusu olmalıdır...

Hem hükmen, hem fiilen ehliyetli olma gereği, yani adaleti icra etme ehliyetine sahip olma gereği, tüm hukuk literatüründe mevcuttur.

Ehliyet sahibi olmak, yalnız Hukuk Fakülteleri’nden diploma alıp Adalet Bakanlığı’nın süzgecinden geçirilip siyah cübbeyi giymekten ibaret değildir.

Adaleti uygulama ehliyetine sahip olmanın birinci kuralı inançtır, vicdandır, kalbi derinliklerinden gelen “iman” hissidir.

Tarafsızlıktır.

Maddi olanaklara sahip olmaktan öte hukukun ve adaletin manevi değerine sahip olması gerekiyor...

Daima maneviyatın gölgesinden, varlığından, kontrolünden kendini çıkarmama gayreti içerisinde olmalıdır..

Manadan ve maneviyattan uzak olan “Kadı”lara Selçuklu ve Osmanlılarda hiçbir zaman “adalet cübbesi” giydirilmemiştir.

Giyen olmuşsa da, “kısa süre” olmuştur, tez elden, “el çektirilmiştir..”

Bu minvalde, çok örnekler var...

Öncelikle ve özellikle hüküm verme kürsüsünde oturan “Kadı”nın, yani bugünkü deyimle hakimin ve yargıcın kesinlikle maneviyata bağlı olması gerekir...

Vicdani değerlerini ön plana alıp, maddecilik anlayışını ruhi derinliklerinden, kalp ve vicdanından çıkarıp kökten atması lazım.

Hiç kuşkusuz ki, aksi bir fikriyat içerisinde olan, Adalet ve hukuk adına tarafsızlığını muhafaza etmeyen, korumayan bir yargıça güven duyulamaz, adil karar vermesi de beklenilemez..

Hele hele çağımızdaki ideolojik siyasi görüntüden kendini kurtaramayan hiçbir yargıç, “maddiyat” odaklı verdiği kararların ağır vebalinin altından kendini kurtaramaz.

Bilindiği gibi dünya hukuk literatürüne göre, adalet demek, hukuk demek “caydırıcılık” demektir...

Bir toplumda suç ve suçluların potansiyeli oldukça çoğalıyorsa, bir türlü önüne geçilemiyorsa demek ki “hukuk yasaları” hakkıyla uygulanmıyordur...

Pek tabi ki, adaletin mülkün temeli olma vasfının de yitirilmiş olma halidir; suç ve suçlunun artması..

Bu durum aynı zamanda, adaletin ehliyetsiz insanların elinde ezilip, çürüyüp yok edilmesinin de bir göstergesidir...

Olup bitenler, işte bu üç ana faktörden başka da bir şey değildir.

Gel gelelim, mevzumuzun sadedine...

Dört günden beri “Hukukun üstünlüğü mü, Avukatın Rantı mı?” başlıklı yazı serimiz okurlarımız tarafından büyük bir memnuniyetle karşılandığını ifade edebiliriz..

Bize gelen maillerin, mesajların içeriği, konu ettiğimiz meselenin daha bir derinden, sorgulanması gerektiği, ifade ediliyor

Yani büyük çoğunluğu bizi destekliyor ve takdirlerini bildiriyorlar.

Kamuoyunun vicdanlarına tercüman olmamızı daha bir yüksek sesle, ifade etmemizi istiyorlar...

Bu itibarla biz de diyoruz ki; gerçekten Türkiye’mizde hukukun ana dili, temel ruhu yüksek vicdanlara sahip ehliyetli yargıçlara bırakılmış olunsaydı, bugün gerçekten Türkiye bu halde olmazdı, yargıya olan güven de tam olurdu?

Ne rüşvetin  esamesi okunacaktı, ne yolsuzluk potansiyelinden söz edilecekti, ne de hakkın, hukukun gasp edildiğinden bahsedilemeyecekti?

Ve ne de uyuşturucu maddelerin vasfını değiştirip başka bir maddeye tebdil edilmiş bir “hukuk garabetinden” söz edilmiş olunmayacaktı?

Yani kanıtlanmış bir suçu vasfından çıkarıp, suçsuz duruma getirme gibi; “hukuksuzluğun” varlığından bahsedilmeyecekti?

Ve tüm bu şirretlik halin de, ekseriyetiyle birileri tarafından “avukatlık mesleğinin mahareti (!)” altında, gerçekleştiriliyor olunmazdı?

Yani “Akı kara, karayı ak gösterme” mahareti olmaz idi!..

Ve ne de her dosya başına alınan yüksek meblağ fatura veya makbuz kesilmeden kimsenin cebine girmeyecekti?

Ve ne de bu bölgede iş potansiyeli yaratan, işsizliği kökünden kazmaya çalışan işverenler haksız yerde sorgulanmayacaktı?

Yani tek kelimeyle bu saydıklarımız Türkiye’mizde, özellikle bölgemizde, özellikle de Diyarbakır’ımızda varlığını sürdüremeyecekti?

Ama maalesef; bilaistisna hepsi mevcut!...

Daha doğrusu mevcut sistemin, yani müesses nizamın kuruluşundan günümüze dek yerli yerinde adilane bir şekilde icra edilmiş olsunaydı, ehliyetli ve namuslu temiz ruhlu, hiçbir şeyi kişisel rantına feda etmeyen bir politikanın varlığı söz konusu olunmuş olsaydı, bugün bu ülkede terörün esamesi okunmazdı?

Suç potansiyeli yükselmeyecekti?...

Suçluların varlığı kabarmayacaktı?…

Ülke güllük gülistanlık olacaktı?

Zira her şey ehliyetli, dürüst istikametli insanların elinde icra edilmiş olunacaktı?

Eğer bugün tam tersine oluşumların varlığı söz konusuysa, ki söz konusudur..

Bu da demektir ki yukarıda anlattıklarımız gerçektir, doğrudur, içinde yanlışlık yoktur, hep müspet kanıtlayıcı delillere dayanmaktadır.

Bugünkü bu haliyle Türkiye’nin içine düşmüş olduğu durum yanlış yönlendirmelerden kaynaklanmaktadır..

Özellikle, devleti yöneten siyasetin yanlış politikaları yüzünden insanlar seçilememiş, politik paralelde oy bezirganlığı yüzünden gelen gideni aratmış ve ülke bugün iki yakasını bir araya getiremeyecek kadar aciz duruma düşmüştür...

En derin saygı ve sevgilerimle..

Hayırlı Cumalar…

 


Bu Makale 818 kere okunmuştur.