Görüş Bildir

İSLAM’DA DÖRT ANA DELİL!

 

Evet, sevgili okurlar.

Şerefle intisap etmiş olduğumuz yüce İslam dininin kuruluş iskelesi "dört ana unsurdan" müteşekkildir..

Şöyle ki..

Birincisi; Kur’an-ı Kerim…

Yani Kur’an ile hükmetmek...

İkincisi; Hadis-i Şerif...

Yani Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in söylem ve uygulamaları...

Üçüncüsü; Kıyas-ı Fûkaha…

Yani, müştehit ulemalarının fıkh-i görüşleri...

Dördüncüsü; İçtima-i Ümmet…

Yani, toplumun üzerine "ittifak" ettiği gelenek ve görenekler...

İşte, ümmet olarak, bu dört ana unsurun ilke ve kaideleriyle amel edebiliriz...

Bunlara, "Edille-i Erbaa!" denilir.

Yani "dört temel delil ve unsurlar.."

Yaşantılarımızı bunlarla biçimlendirmeliyiz..

Hayat stratejilerimizi bu dört ana unsurun ışığında; tutup belirlemeliyiz..

***

Sevgili okurlar...

Öncelik, Kur’an hükümleri...

Eğer ki, Kur’an-ı Kerim'de göremediğimiz bir şey varsa, tabi ki Hadis-i Şerif’te ararız/aramalıyız…

Eğer ki, Hadis-i Şerifte bulamadığımız bir şey olursa, tabi ki şeriat ulemalarının görüşlerine başvururuz/buşvurmalıyız.

Eğer ki; Ulemaların fıkh-i görüşlerinden aradığımızı bulamadığımız zaman, tabi ki içtima-i ümmet dediğimiz toplumsal görüş ittifakına bakarız/bakmalıyız!…

Demek anlaşılan budur ki;

Kur’an-ı Kerim'de arayıp bulduğumuz bir hükme iman etmeliyiz..

Onunla amel etmek zorundayız.

Daha sonra Hadis, büyük imamların görüşleri, sonrasında da toplumsal görüş birliği.

Bir Müslüman nerede olursa olsun, hangi makamda bulunursa bulunsun…

İster padişah, ister sultan olsun..

İster gedah olsun…

Her halükarda, "ümmetin" bir ferdi olarak, mutlaka İslam’ın ana dört unsuruyla hayatını biçimlendirmesi gerekiyor..

Ki zorundadır…

Netice itibariyle; bir hayat "bu dört ana unsurla" biçimlendirilmediği takdirde o hayat, hayat değildir…

Varlığı da, yaşam biçimi de; "yıkımdır.."

Ne O ülke payidar olabilir...

Ne de o hayatı idame eden birey sağlıklı olabilir?..

Ve o bireylerden oluşan o ülkenin halkı da; huzuru, güveni, istikrarı, mutluluğu bulamaz…

Kendini; şirkten, terörden, kan ve gözyaşından kurtaramaz..

Arınamaz da...

Fitne; yaşamının her alanında "en büyük" ahlaksızlık olarak faaliyet gösterir..

İşte bugünkü İslam ülkelerinin hal-i pür melali orta yerde…

Nitekim, Türkiye’mizin de hali pek sadra şifa verici değil…

* * *

Sevgili dostlar…

Bilinmelidir ki, Yüce İslam dini anılan bu dört ana hükümlere göre "kadın ve erkeklere de" ayrı ayrı yer belirtilmiştir.

İslam'da Kadının yeri nerededir?

Kur’an, Hadis-i Şerif, Kıyas-ı Fıkuha ve Toplum, Kadının yerini "ittifak" içerisinde belirtmiştir…

Onun için; “Kadının" ittifakla belirlenen yerinin korunması gerekir..

Aksi takdirde "yerinin değiştirilmesi" ya da "başka bir yere koy" demek, İslam’la ters düşmektir.

Tek kelimeyle ifade etmek gerekiyorsa, "ister birey olsun, ister toplum olsun" tersi bir istikamette hareket edemez..

Muhalifte olamaz…

Netice itibariyle, "iyiliği iyi" olarak görüp onunla yaşamak, kötülüğü de kötü olarak görüp, ondan sakınılması gerekir…

Yanlışa “yanlış” diyemeyen, doğru’nun kıymetini ve değerini de bilemez…

Tabi ki, İslam'da Erkeğin de yeri ayrıdır?

Ki, yaptığı ve taşıdığı her sorumluluğu da; ona göre belirlenmiş, yer verilmiş, hüküm olarak ayarlanmıştır…

İslam’a göre erkeğin ibadet yapmaktan sorumlu olduğu kadar, kadınlar da sorumludur.

Ama kadının en şerefli mevkii evidir.

Hele hele genç kadınların, erkeklerle iç içe toplantılara girip velev ki camilere ibadet için gidilse dahi, İslam’da yeri yoktur.

Camiide; "karma" bir ibadet olamaz..

Kadın ve erkek aynı safta; "namaz'a" duramaz.. Bu salt, camilerde değil, bir başka mekanda olsa bile…

İslam'ın dört ana temel unsuru; açık ve net, kesin bir ifadeyle "bunu" yasaklıyor..

Karma ibadet olamaz!…

Ama, bağımsız bir şekilde her kadın her şekilde ibadetini her yerde yapabilir…

Bu demek, yanlışa “yanlış” demektir ve doğruyu da yakalamak demektir.

Aksi takdirde doğruyu görmemek veya görmezlikten gelmek, yanlışı görmemek ve doğruluğa da inanmamak demektir.

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Bugünkü sohbetimizi burada noktalarken, sözü deneyimli kalem Yusuf Kaplan’a bırakmak istiyorum..

Yenişafak Gazetesinde, yayımlanan makalesi..

Çok şey anlatıyor..

Bakınız, Yusuf Bey’in tespitlerinden altı çizili bir kaç paragraf..

***

Yanlış’a ‘yanlış’ diyemeyen doğru’nun kıymetini bilemez…

Türkiye dünya haritasındaki herhangi bir ülke değil: Bin yıllık insanlık tarihini yapan iki aktörden biri. Diğeri Batılılar.

Bin yılın ilk 8 asrında biz varız: Selçuklu, Eyyûbî ve Osmanlı çocukları olarak biz: Tek derdi hakikat olan, hakikatin hayat bulması, hayat olması ve bütün insanlığa hayat sunması için nefes alıp veren, alıp verdiği nefesi hakikatin sesine dönüştüren hakikat medeniyetinin çocukları olarak biz.

Son iki asırda, biraz daha zorlarsak son üç asırda ise Avrupalılar / Batılılar var: Dünyaya onlar çeki düzen veriyorlar.

Ama Batı hâkimiyeti büyük ölçekli oldu, bütün dünyayı Batılı kavramlarla ve kurumlarla istilâ etti, bütün dünyanın medeniyetlerini talan etti, kültürlerini tarumar etti.

Sonunda bizzat Batılı tarihçilerin deyişiyle, gelinen nokta itibariyle son yüzyılda insanlığın en karanlık yüzyılını üretti, tarihte hiç bir medeniyetin yapmadığı kadar dünyayı cehenneme çevirdi, tabiatı delik deşik etti, Tanrı fikrini, hakikat fikrini yok ederek insanlığı ontolojik bir felâketin eşiğine sürükledi.

***

Şunun çok iyi bilincinde Batılılar: Batı hegemonyası sadece işgal üretti, kan üretti, gözyaşı üretti, bütün medeniyetleri yerle bir etti.

***

Batılılar, bizim yalnızca adalet, yalnızca hakkaniyet, yalnızca merhamet ilkesiyle hareket eden hakikat medeniyetinin çocukları olduğumuzu çok iyi biliyorlar.

O yüzden bizim yeniden gelmememiz için bizi hedef tahtasına yatırıyor, boğmak için fırsat kolluyorlar.

Bugüne kadar bizi boğmak için geliştirdikleri 17-27 Aralık tezgâhını da, Gezi kalkışmasını da, 15 Temmuz işgal ve darbe girişimini de püskürtmemiz, Batılıları çılgına çevirmeye yetti...

Bütün bunları söylerken, bizim hatalarımızı gözardı etmeyecek, yanlışlıklarımızı Batılılara fatura etmeye kalkışmayacak kadar hakikatten yana bir yazar olduğumu söylememe gerek yok, sanırım.

Bizim hatalarımızı görmezsek, hayal dünyasında yaşamaktan, ülkenin karşı karşıya kaldığı köklü varoluşsal sorunlara göz kapamaktan, dolayısıyla kendi kuyumuzu kazımaktan başka bir şey yapmış olmayız.

Gerçekleri, yakıcı gerçekleri görmek, açıkça dile getirmek bir mü’min mesuliyetidir.

Eğitim sistemimiz, çocuklarımıza, medeniyet ruhu, ideali, ahlâk, özgüven ve tevazu kazandırmıyor. Tam tersini yapıyor: Ruhsuz, idealsiz, özgüvensiz, başkalarına saygı duymasını bilmeyen, ezberci, popüler kültürün en berbat ürünlerinin kölesi kuşaklar yetiştiriyor...

***

Şehirlerimizin ruhu kalmadı, karakteri bozuldu. Şehirlerinin ruhu yok olan, karakteri bozulan toplumların ruhları yok olmaya, karakterleri de bozulmaya mahkûmdur.

Uykularımı kaçıran bu temel varoluşsal sorunları yazmak zorundayım, bu köklü meselelerimiz üzerinde enlemesine ve boylamasına konuşmak, derinlemesine kafa patlatmak zorundayız.

Yanlış’a “yanlış” diyemeyen, doğru’nun kıymetini, değerini bilemez, diyorum.

Ve bu cümlenin üzerinde biraz derinlemesine düşünün, diyerek yazıyı bitiriyorum."

En derin saygı ve sevgilerimle.

 


Bu Makale 2072 kere okunmuştur.