İSTİBDAT, TAHAKKÜM EŞİTTİR CEHALET! (V)

 

Evet, sevgili okurlar.

Her zaman olduğu gibi bugünkü sohbetimizde yine aynı tarzda, önemli memleket meselelerini sizlerle paylaşmak üzere kaleme almak istiyorum.

Hukukun üstünlüğüne inanan demokratik, hür yeni bir Türkiye’de artık gizli saklı kalan şeyleri deşifre etmek, inanan herkes için başlıca önemli bir görevdir.

Birilerinin tahakkümünden, mezaliminden, istibdat karanlığından korkarak tarihin gerçeklerini saklayan her kim olursa olsun, eğer inanmış biri ise o inancından kuşku duymalıdır.

Eğer inanmıyorsa zaten bizim konumuzun dışında kalır.

Ama kesinlikle inanan her kesim, inancının gereği olarak, daha doğrusu her mümin Allah’a karşı beslediği ubudiyet görevini cesaretle yerine getirme zorunluluğunu hissetmelidir.

Bu, yapılması gereken kulluk görevinin vazgeçilmez gerçeğidir.

Hakikatler ışığında yürüyen inançlı herkes, davayı samimiyetle göğüslediği için ve münkerat denilen olumsuzluklara karşı dik durduğu için, her gün biraz daha Allah rızasına yaklaşıyor ve hem dünyasını, hem de ahiretini koruma altına almış oluyor.

Ki bu da maddi ve manevi cihad ruhunun ta kendisidir.

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Beş günden beri başlık olarak kullandığımız “İstibdat, Tahakküm Eşittir Cehalet” ifadesinin mana açılımı geçmişe yönelik, yani Osmanlının son döneminden günümüze kadar ülkemizde olup bitenlerin ne kadar hukuka, demokrasiye, insan temel hak ve özgürlüğüne, düşünce ve inanç hürriyetine uygun olup olmadığının bir açılımıdır…

Ve buna herkesin inanması gerekir.

Bu ülkede yıllardan beri “Laiklik” adına, “Cumhuriyetçilik” adına, “Kemalizm” inancı adına yapılan ve saklı olarak kalan ne kadar iğrençlikler, ne kadar kirli tablolar, ne kadar kurtların içinde yaşadığı dumanlı havaların bu ülke insanının başına ne belalar açtığı, neleri getirdiği orta yerdedir.

Ve yüz yıl boyunca ülkede her gün biraz daha terör odaklarının oluşup büyümesi, milletin birliğine karşı yapıla gelen fitne unsurlarının varlığı, tüm bu yapılardan kaynaklı olduğu bilinmelidir.

Zaten yaşanan ve yaşatılan tüm uygulamalar da bunu deşifre ediyor ve ele veriyor.

“Laikliğin” mana açılımı bugüne kadar ne yazık ki hiç yapılmamıştır.

Açılımı yapılmışsa da tersyüz edilerek uygulanmıştır…

Hem de mutlak bir istibdada, tahakküm cehaletine dönüştürülerek yapılmıştır.

Keza “Cumhuriyet” kavramı da böyle…

“Demokrasi ve Kemalist” kavramları da ha keza.

Yani emperyalist haçlı ve Siyonistlerin direktif, talimat ve uzaktan kumandalarıyla sahneye konulan, resmileştirilen, yasalaştırılan bu kavramların tersyüz edilme şekli bu memleket insanına hep çile çektirmiştir.

Adeta Ortaçağ karanlığı dönemlerinde kiliseye dayalı engizisyon baskıcı mahkemelerin uygulamaları gibi…

İnanın ki cumhuriyetin kuruluşundan günümüze dek, daha doğrusu 1920’li yıllardan günümüze kadar uygulanmakta olanlar İttihat ve Terakkiperver partisinin, tahakkümleridir.

Ki sonradan isim değiştirilerek CHP olarak kullanılan altı oklu bir siyasi partinin gölgesinde yapılan, hem de açıkça yapılan mezalim, tarih sayfalarına tescil edilmiş şekli hiçbir zaman değiştirilemiyor.

Özellikle yeni Türkiye’mizde tüm çıplaklığıyla gün ışığına çıkarak deşifre edilmekte olduğu aşikârdır.

İstiklal mahkemesinin kuruluşu ile idam edilen bu memleketin nice ulemaları, cezaevlerine sokularak, ölüp cenazeleri dışarıya çıkarılan nice büyük dava adamları ya da hayatı boyunca sürgüne uğramış, işkencelere tabi tutulmuş nice din ulemaları olmuştur.

Tüm bu yapılanlar, “Laiklik” adına yapılmıştır, “Cumhuriyetçilik” adına yapılmıştır, hem de “Hukuk” kavramının manası tersyüz edilerek, "Hukuk devleti(!)" adına yapılmıştır.

Oysaki “Laikliğin” gerçek manası bu değildir.

Deyim yerindeyse, zulmün başına adalet külahı giydirilerek makyajlı bir biçimlendirmeyle uygulamaya devam edilmiştir ve hala da devam edilmektedir.

Bilindiği gibi “Laiklik” kavramı Latincede seküler manasını taşıyan, günümüzdeki Arapların kullandığı “almaniyet” manasını taşıyor.

Türkiye’de ise Türkçe olmayan bir kelime olmakla beraber, sadece basmakalıp bir mana ile yürürlüğe sokulmuştur.

Keyfi, ceberuti, hukuk dışı, demokrasi dışı uygulamalarla uygulana uygulana bugüne kadar gelinmiştir.

Yani devlet işiyle din işini birbirinden ayırt etme manası…

“Almaniyet” kelimesinin manası ise tümüyle “Faslu’d-Dini ani’d-Devle”

Yani dini devletten ayırmak, daha doğrusu kibarcası devleti dinsiz bir hale getirmek, millete karşı din dışı uygulamaları gerçekleştirmek.

Peki, sormazlar mı?

Ey ehli vicdan,

Ey ehli izan

Ey ilim adamları, akademisyenler, üniversiteli Profesörler ve Filozoflar!

Allah aşkına, din ile devleti birbirinden ayırıp dinin kavram gerçeğini milletten uzaklaştırma uygulaması, ceberuti ve zorbaca bir uygulama değil midir?

Bunu hukukun neresine yerleştireceksiniz?

Bir millet eşittir devlet!

Devlet de keza milletin ta kendisi iken, devletin varlığını milli irade paralelinde koruma altına alan millet değil midir?

Milli irade eğer Müslüman bir devletin içinden çıkıyorsa, dini devletten uzaklaştırma girişimi nereye sığdırılacak?

Bu, hangi hukuk literatürüne uygundur?

* * *

İnanın, sevgili okurlar.

İster bilimsel olarak düşünülsün, ister vicdani muhasebe olarak düşünülsün, ister demokratik hukuk paralelinde düşünülsün, her ne olursa olsun…

Bu uygulama, kesinlikle hukuk dışı bir uygulamadır, adalet dışı bir uygulamadır, yeryüzündeki hiçbir hukuk literatür normlarına uymayan bir uygulama olduğunu Hindistan’daki Sağır Sultan dahi anlamış durumda.

Zira “Laikliğin” ana kaynağı, dayanak noktası Fransa’dır ve 1780’li yıllarda Fransa’da meydana gelen Fransa İhtilali, yani İhtilal-ı Kelil denilen bir devlet şeklinin değişimiyle bir devlet meydana gelmiştir.

O tarihten itibaren hurafeden ibaret olan kiliselerin ve kilise adamlarının tahakkümüyle batı dünyasının günlük hayat akışları, nerdeyse durdurulmuş durumdaydı.

Buna karşı çıkan, yani kilise anlayışına karşı çıkanlar varsa hemen engizisyon mahkemelerinde yargılanıp en kirli işkenceyle infaz ediliyordu.

Böylesine hurafeden ibaret Hıristiyancılık inancı bir ilahi din olarak değil, ancak papazların kişisel veya kilise çıkarı uğruna yapılan bir keyfiyetti ve gerçek ilahi din dışı olan bir uygulamaydı.

Batı dünyası kendini o bataklıktan kurtarmak için “Laikliği” ortaya koymuştur.?

Ki devletin ve Hıristiyanlık dünyasının ilerleme şeklini koruma altına alabilsin.

Ama dini devletten ayırma şekli, yüce İslam dinini kapsamıyor, böyle bir şey gerçekleşirse ki gerçekleştirilmiştir.

Bu yüce İslam dinine hakarettir, yüce İslam dinini küçük düşürmektir, milleti hiçe saymaktır, milletin inancına saygısızlıktır, İttihad-ı İslam’la ters düşüyor, hele hele milletin vahdetiyle, yani milletin birliğinin muhafazasıyla zıttır, ittihat ve vahdet kavramıyla taban tabana terstir.

İlerleme yerine gerileme girişimidir.

Gerek milletin birlikteliği, gerek vatanın bölünmez bütünlüğüne karşı olarak kullanılmış, uygulamaya konulmuş, zorbaca bir kavramın dışarıdan ithal edilmiş gerçeğidir.

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Artık medeni bir dünyada yaşıyoruz.

Hem de çağdaş medeni dünya diyoruz.

Özellikle “Yeni Türkiye” diyoruz.

Madem öyleyse “Yeni Türkiye” artık yeni kavramlarla, bilime, medeniyete, teknolojiye dayalı vicdan muhasebesi doğrultusunda yaşaması gerekir.

İki gün önce TBMM Başkanı muhterem İsmail Kahraman Bey’in dile getirmiş olduğu husus da inanıyoruz ki bundan ibarettir.

Meclis Başkanı havadan cıvadan konuşmamıştır.

Ama yıllardan beri kendi zihniyetlerini, mezalim ve istibdatlarını, istiklal mahkemelerinin kuruluşundan alan CHP, elbette ki bunu sindiremez, hazmedemez, kabullenemez.

Eğer böyle bir şey olursa, yani “laikliğin” gerçek manası Türkiye’de uygulanırsa, İslam dini ile uzaktan yakından alakası olmayan bir kavram olduğuna inanırsa CHP olamaz.

Zira CHP’nin kuruluş amacı gerçekten bu milleti dinsizleştirme şeklidir.

Ki zaten 1924’te İsmet İnönü’nün “2. İstiklal Mahkemesi”ni kurdurmasıyla ve bu paralelde “Tevhid-i Tedrisat” adı altında yüce İslam dininin değerlerini yok etme pahasına medreseleri kapatmışlar, Kur’an kurslarını havaya uçurmuşlar ve buna bağlı olan din adamlarını da ortadan kaldırmışlardır.

Konuşan herkesi de idam sehpasına çıkarmışlardır.

Onun için, hemen aynı paralelde “Takrir-i Sükûn” kanunu çıkarmışlardır ki kimse konuşmasın.

Hele hele 1922’de İskilipli Atıf Hoca’nın “Şapka Kanunu”nun insan temel hak ve özgürlüğüne aykırı bir kanun olduğunu ve “Şapka”nın Müslüman giysisi olmadığına dair eleştiri babında yazdığı risaleden dolayı, hemen “1. İstiklal Mahkemesi”nde mahkeme heyetinden ibaret 3 alilerin kararıyla darağacına çıkarılıp, zoraki şekilde başına “Şapka” takılarak idam etme rezaletine de “Mahkeme kararı” adını vermişlerdir.

Gerisini siz değerli okurlarımızın vicdan muhasebesine bırakıyoruz.

En derin saygı ve sevgilerimle.