ŞEFFAF VE AÇIK BİR REJİM NASIL OLMALI? (II)

 

Evet, sevgili okurlar.

Bilindiği gibi dün "30 Ağustos Zafer Bayramımızın 94. yıl dönümünü" kutladık.

Milletçe, devletçe, gerek ülke çapında ve gerekse Kıbrıs’ta, Moskova Büyükelçiliğinde kutlandı.

Elbette ki bu olay, sıradan bir olay değildir.

Ancak bu kutlamaya rağmen, Doğu ve Güneydoğu’da anayasamızın teminatı altında TBMM’ne giren ve devletin bütçesiyle beslenen ve aynı anayasanın hukukundan, demokrasiden bahseden HDP’nin hiçbir Belediye Başkanı, hiçbir milletvekili bu kutlamanın içine girmedi.

Ne yazık ki buna da demokrasi deniliyor.

Milletimizin Kurtuluş Savaşındaki kazanımlarına zafer olarak inanmayanlar bugün devletin bütçesinden beslenmektedirler..

Bu ne yaman çelişki sormazlar mı?

Devletin hiçbir resmi dili de bunu kullanmıyor, kulağı duymuyor, gözü de görmüyor.

30 Ağustos 1922’de Kurtuluş Savaşımızda verilen milli mücadele 1915’teki Çanakkale Zaferinden sonra zaferle sonuçlanan en büyük savaş.

Resmi tarihe dayalı kullanılmakta olan resmi dil her ne kadar her şeyi yalnızca Mustafa Kemal’in kumandası altında savaşan Türk ordusuna mal ediyor ise de…

Ama hiç unutmayalım ki yine bu güç yalnız bir kuruma veya bir kişiye ait değil.

Tümüyle mücahit, kahraman milletimizin yekvücut “Allahû Ekber” sedalarıyla gerçekleştirilmiştir.

Ordusuyla ve halkıyla birleşen ve pekiştirilen iman dolu bir aksiyonla hareketlenen bir milletin mücadelesidir..

Netice itibariyle şehitlerin kanıyla başarılı olunmuştur, büyük zaferle sonuçlanmıştır.

Dosta düşmana parmak ısırtmıştır.

Tıpkı 15 Temmuz’daki FETÖ olarak adlandırılan kirli ve kanlı bir darbe teşebbüsünün karşısında canını siper ederek tank, top, F-16 ile helikopterlerin attıkları bombalara karşı direnen bir millet, o kurtuluş savaşındaki kahramanların evlat ve torunları ile kazanılan bir zafer gibi.

Özellikle diyebiliriz ki 15 Temmuz’da kirli bir ayaklanmaya karşı direnen halkın o geceki ruhu elbette ki zaferle sonuçlanan kurtuluş savaşımızın ruhudur.

Hiç unutmayalım ki;

Bu millet; dinine, imanına, mukaddesatına, vatanına, milletine karşı yapılan herhangi bir maddi-manevi taarruza karşı her zaman ayaktadır, diktir, eğilmiyor ve hedefine ulaşıyor.

26-30 Ağustos 1922’de o büyük taarruzdan sonra sonuçlanan zafer elbette ki milletin tarih boyu kutlaması gereken bir zafer.

Bu taarruz, milli ruhun taarruzudur.

“Allahû Ekber” nidalarının taarruzudur.

Al Bayrakların dalgalanmasıyla gerçekleşen bir zaferdir ki bu zafer kıyamete dek unutulmaz, unutulmamalıdır.

* * *

O büyük milli taarruzdan sonra, yani zaferle sonuçlanmış bir savaş sonucunda düşmanın hak ettiği şamarı bu millet atmıştır.

Yunan orduları tarumar edilerek, denize döktürülmüş…

Ta İzmir’e kadar.

Ve Türkiye’nin her tarafındaki müstevli, emperyalist düşman ordularını ülke sathından silip kovmuştur.

Elbette ki milletin görevlendirdiği ordunun Türk Silahlı Kuvvetlerinin harekât ordularıyla gerçekleştirilmiştir.

Ama o günkü milli ruhla olmuştur.

İşte resmi dil zaman zaman subjektif dil kullanarak, sanki bu milletin hiç dahli olmamışçasına, yalnızca dönemin ordu komutanları tarafından gerçekleştirilmiş olup, Kurtuluş Savaşının en büyük payesinin millete değil, orduya verilmiş olması da bize göre düşündürücüdür.

Zira 1923’ten sonra Lozan Zaferi olarak adlandırılan bir anlaşmaya atılan imza, tüm bu kurtuluş savaşındaki milletin vermiş olduğu kahramanca taarruzdan sonra elde edilen zafer ve müstevli düşmanı vatan sathından söküp attıkları gerçeğine gölge düşürmektedir ve adeta yalanlıyor.

Yıllardan beri 30 Ağustos’taki zafer kutlamalarında hep tek taraflı ideolojik bir görüş anlatılıyor.

Ama İsviçre’nin Lozan kentinde İngilizlerle yapılan anlaşma ve o anlaşmanın altına atılan “İsmet İnönü” imzası, gerçekten 30 Ağustos 1922’deki o zaferin ruhuna aykırı olmuştur.

Sanki o zafer hiç olmamış gibi…

Osmanlı Devletinin ve hilafet-i İslamiye’nin birer mirası durumunda olan birçok ülke, Türkiye’nin elinden alınmış ve düşmanların kontrolü altında başka yeni yeni oluşan piyon devletçiklere verilmişti.

Tıpkı bugünkü Irak’ın hali…

Yani Musul-Kerkük ve Kuzey Irak’ın diğer kentleri, İngilizlerin eliyle bizden alındı.

Hem de İsmet İnönü sayesinde.

Zira Lozan’da İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Gürzon’a imza vermişti.

Keza Suriye.

Keza Mısır ve Kuzey Afrika…

* * *

Evet.

Tüm bu Memalik-i İslamiye’yi muhafaza eden Osmanlı devletiydi.

Ama ne yazık ki ittihat terakki hükümetinin hıyanetiyle I. Dünya Savaşında yenik düşen Osmanlının elinden alındı.

Hem de İngilizlerin Çanakkale’deki mağlubiyetine rağmen…

1918’de elini kolunu sallayarak gelip İstanbul’da oturması elbette ki düşündürücüdür.

İşte bu müstevli zorba devleti ve onun yandaşları Fransa, İtalya ve Yunanistan’la çarpışan o ecdatların torun ve evlatları olan aziz milletimizin gerçekleştirdiği Kurtuluş Savaşı elbette ki İslam cihadı anlayışıyla zaferle sonuçlanmışsa da ne yazık ki o Lozan Anlaşmasından sonra 1924’ten başlamak üzere Kurtuluş Savaşı mücahitlerinin ruhuna aykırı kanunlar gerçekleştirilmiştir.

Hem de TBMM’nin açılışında okunan Buhari-i Şerif ve Kur’anın Aşr-ı Şeriflerine rağmen, peyderpey sarıklı, cübbeli, sakallı milletvekilleri TBMM’nden ayıklanmaya başlandı.

Keza kurtuluş Savaşında mücadele veren, savaşan bu millet, nerdeyse suçlu görünmüş ve milli ruhuna aykırı, gelenek ve göreneklerine ters düşen antidemokratik kanunların zorbalığıyla karşı karşıya bırakıldı.

Bu millet ne yazık ki 1925’ten 1950’lere kadar rejimin temsilcisi durumunda olan altı oklu CHP’nin despotik rejiminden kendini kurtaramamıştır.

Tarihçi Kadir Mısıroğlu’nun “Lozan Zafer mi Hezimet mi?” isimli kitabında yazdığı gibi;

Milli mücadelede verilmeyen şehit sayısı, ne yazık ki mevcut rejimin baskısı altında yüz binden fazla masum insan şehit olmuştur.

Asılmış, kesilmiş, idam edilmiş, kurşuna dizilmiş, sürgün edilmiş.

Doğu ve Güneydoğu dahil olmak üzere Türkiye’nin her sathında verilen milli mücadelede, yani Kurtuluş Savaşında zorlanmayan bir millet, ne yazık ki arkasında cumhurun bulunmadığı cumhuriyetin kuruluşundan sonra hala da o acıları çekiyor.

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Bakınız, baştan buraya anlattıklarım kelimesi kelimesine başlık olarak kullandığımız “ŞEFFAF VE AÇIK BİR REJİM NASIL OLMALI?” ifadesinin açıklamasıdır.

Milli irade demek, milletin hükümfermalığıdır.

Milletle danışmaktır.

Milletin tarihiyle, kültürüyle, inancıyla, gelenek ve görenekleriyle ters düşmemektir ve sadık kalmaktır.

İşte buna milli irade denilir.

Buna gerçek cumhuriyet denilir.

Bunun adına da son olarak Kurtuluş Savaşının zaferi denilir.

Bunsuz hiçbir zaman Kurtuluş Savaşı söz konusu olamaz.

* * *

Bakınız, sevgili okurlar.

Dikkatinizi başka bir gerçeğe çekelim.

Biz Kurtuluş Savaşımızda zafer kazanmış olduğumuz halde, ne oluyor da o denize döktüğümüz Yunanlılar, ülkemizden kovduğumuz İngilizler, Fransızlar, İtalyanların örf ve adetlerini aldık da, kendi tarihimizi, gelenek göreneklerimizi, örf ve adetlerimizi arka plana attık.

Hatta Kur’an tedrisatını ortadan kaldırdık.

Ülke olarak her ne kadar düşmanı denize döktükse(!), kovduksa(!) bu düşmanların arkasında bıraktıkları ne kadar ahlaki çöküntüler varsa o günden bugüne kadar ithal ederek, yaşamaktayız.

Adeta onlardan miras almış durumdayız (!)

Sormazlar mı?

Hayrola?

Bu ne lahana turşusu bu ne perhiz?

Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan da inanıyorum ki bu yazdıklarımızla aynı görüştedir, onaylıyor.

Ama dedim ya;

Resmi dil, resmi unvan, resmi anayasa, nerdeyse tüm gerçekleri arka plana atmış durumdadır.

En derin saygı ve sevgilerimle.