Görüş Bildir

GÜNEYİN PENCERESİ

Prof. Dr. Sabri EYİGÜN
Prof. Dr. Sabri EYİGÜN

Kudüs –Treni, Lozan Üzerinden Gümülcine’ye Gider

Mehmet Akif Ersoy, "Tarih’i  "tekerrür"  diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” der. Evet, gerçekten dünya ve hadiseler değişse bile, onları değiştiren sosyal kanunlar kolay kolay değişmez. Bunu bilirsek, tarih de tekerrür etmez.

İşte bunu iyi anlayan devletler, tarihlerine sahip çıkar ve geçmişte yaşananların yeni kuşaklar tarafından daha iyi anlaşılması için çaba sarf ederler. Ta ki, Kudüs’ü kaybetmek, Balkanları kaybetmek, Arapları küstürmek gibi talihsizlikler  “tekerrür etmesin.” Ta ki, tarihi ve kültürel bağlarımız bulunan Gümülcine gibi,  Irak Türkmenleri ve Kürtleri gibi unsurlar bütün bütün kaybolup “bir vicdan sancısı” olarak mazinin derelerinde kalmasınlar.

Bunun için tarihi bilmek lazım. Bunun için Osmanlı’nın Kudüs’ü neden kaybettiğini çok iyi anlamamız lazımdır.

Bilindiği gibi Osmanlı, ‘Millet Sistemi’ ile asırlarca gayrı- Müslimleri ve Türk olmayan Müslümanları kendi din, sosyal gelenek ve alışkanlıkları içinde bir arada tutmayı başardı.  Onların diline, dinine, kültürüne müdahale etmedi. Kendisi de onlara bir şey eklemedi. Böyle bir dini ve kültürel hoşgörü ve de adalet sistemi sayesinde hem topraklarını genişletti, hem de Bosnalılar gibi birçok gayr-i Müslüm unsurun İslam’a girmesini sağladı.

Amma velakin 1535’te Kanuni tarafından Fransa’ya bazı ticari kapitülasyonların tanınması, bunu takiben Osmanlı’daki Hristiyanların Fransız kralının himayesine girmesiyle, gayr-i Müslim cemaatler üstündeki gücünü yavaş yavaş kaybetmeye başladı. Ardından 1789 Fransız İhtilali ile yayılan milliyetçilik akımının etkisiyle azınlıkların birer birer ayaklanmasına ve toprak kaybına engel olamadı.

Milliyetçilik akımının siyasi etkileri yalnızca gayrimüslimleri değil,  Müslüman unsurları da etkiledi. Dağılma tehlikesi yaşayan İmparatorluk,  en azından Müslümanları kaybetmemek için önce Osmanlıcılık, ardından İslam birliği düşüncesine sarıldı.

Fakat geç kalınmıştı. İngiliz ve Almanlar, Osmanlı’nın zayıflıklarından yararlanarak Ortadoğu Müslümanları arasında kültürel ağlarını kurmuş ve onları Osmanlıya karşı kışkırtmışlardı bile. Araplar içinde Türk düşmanlığı fikiri yayılmaya başlamıştı. 

Balkan Savaşları’nı takiben, “din birliği sonuç vermedi” diye, Türkçülük fikrine sarılan Yeni Osmanlılar, I. Dünya Savaşı’ndan sonra bu fikri Turancılığa dönüştürdüler. Dağılan devleti ulus devlet olarak yeniden birleştirme çabalarına girdiler.  Ancak bu son hareket, Arapları İmparatorluğa karşı daha da soğuttu. Halifeliğin kaldırılması ile Müslüman Türklerle bağlarının kalmadığı fikri işlenen bu Arap Müslümanlar da isyan edince  Suriye de Lübnan da Kudüs de elimizden bir bir gitti.

Buradan tarihe tekrar baktığımızda şunu görüyoruz. Evet, “Millet Sistemi” bir dönem çok olumlu sonuçlar vermiştir. Ancak, akabinde gelişen düşünce akımlarına karşı zamanında önlem alınmamıştır. Ancak İmparatorluk parçalanmaya, topraklarımız elimizden kaymaya başlayınca eksiklikler anlaşılmaya başlanıldı. İşte o zaman sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi önlemlerin önemi anlaşıldı.

Örneğin II. Abdülhamit, Arapları kazanmak için güç kullanma dışında başka yollar da denedi.  Siyasi, kültürel ve sosyolojik stratejiler uyguladı.  Pan-islamizm bunlardan biridir. Toplumu yönlendirecek Arap önderlerini idari mevkilere getirmek de bunlardan biridir. Kurduğu  sıkı haber alma teşkilatı, daha önemlisi açtığı Aşiret Mektepleri ile eğitim yolu ile taraftar toplaması Arap uyanışını oldukça yavaşlatmıştır ve imparatorluğun dağılışını kısa bir sürede olsa uzatmıştır.

Ancak doğru atımlar tesirsiz kaldı. Ayrıca İmparatorluğu kurtarma telaşı içinde olan Osmanlı aydınları çok da yanlışlar yaptı.

II. Abulhamit’in sosyal ve kültürel projeleri “Millet Sistemi” uygulanırken de gerçekleştirilebilirdi. Sadece jandarmalık yapılarak farklı etnik ve dini unsurların bir arada tutulmayacağı bilinmeliydi. Çünkü Osmanlının, tebaası olan milletlere Osmanlı aidiyeti kazandırmak için çaba sarf ettiğini düşünüyorum. Asi olmamaları ve vergi vermeleri yeterli görüldü.  En azından Osmanlıcanın öğretilmesi, İslam dininin yaygınlaştırılması, Türk kültürünün benimsetilmesi  için projeler geliştirebilirdi. 

Osmanlı, bunu yapmazken Batılı devletler, Türk olmayan unsurlar içinde kültürel emperyal ağlarını ilmik ilmik ördüler. O hale geldi ki, Müslüman azınlık padişaha ve halifeye bağlılığını bildirse de Türk’e ve Türk değerlerine sırtını çevirdi.

Ne demek istediğimi anlamak için 4. Ordu Komutanı Ahmet Cemal Paşa’nın yaveri olarak Küdüs’te bulunan F. Rıfkı Atay’ın o günlere ait “Zeytindağı” adlı kitabındaki izlenimlerine kısa bir göz atmak yeterlidir. “Yeni Filistin’de Almanca, Fransızca, İngilizce bütün diller konuşulur. Yalnız devletin dili olan Türkçe konuşulmaz”.

“Mısır’ı fethe çıkan Cemal Paşa, Küdüs’te, Şam’da, Lübnan’da, Beyrut’ta ve Halep’te oturduğu zaman, bir işgal ordusunun kumandanı gibi bir şeydi”.

Bir “işgal ordusu kumandanı” gibi algılanan bir ordu komutanına kim yardım eder? Muhtemeldir ki, Araplar onun gitmesi için İngilizlere yardım ettiler….

Kültürel değerleri korumak, devlete aidiyet duygusunu güçlü tutmak sadece savaşta değil, barışta da en büyük desteğimiz olacaktır.

Gümülcine Türklerine de, Türkmenlere de, Irak Kürtlerine de bir de böyle baksak… Belki o zaman tarih tekerrür etmez.

İşte Cumhurbaşkanı da Gümülcine’ye bu pencereden baktı…

  


Bu Makale 1044 kere okunmuştur.