BAHTI KARA MADERİNE VURULAN HANÇER ÇIKARILIYOR
Eklenme: 2.05.2011 00:00:00

Pozitivizmin Avrupada gelişmesi sürecinde Rönesans ve Reformlar ardı arkasına geldi.

Kilisenin ilerlemeyi önleyici tasallutundan kurtulan batı dünyası, "yönetimde"/dünyevi işlerde/ ve "dinde" /dinin dünya ve ukbaya bakan yönünde/ reformlara imza attı.

Batıda herkesin bir kiliseye mensup olma mecburiyeti vardı. Kilise ne derse mensupları bunun gereklerini yerine getirmek zorundaydı. Reformlar gerçekleşinceye kadar kilisenin icraatlarının hiç de iç açıcı olmadığını, batılı kaynaklar ifade ediyor.

Engizisyonlar vardı.

Engizisyon Mahkemesinde mahkûm suçunu kabul edene kadar işkence görürdü. Eğer suçunu kabul etmez ise işkenceden ölürdü.

Engizisyon Mahkemeleri çoğunlukla ihbar müessesi üzerine kurulmuştu. Eğer bir kişi kendi günahlarını gelip bir ay içinde itiraf ederse ve özür dilerse affedilirdi. Ancak bu süre içinde böyle bir davranışta bulunmazsa, ona karşı dava açılırdı. Davalı kendisini kimin ihbar ettiğini hiçbir zaman öğrenemezdi.

Batı dünyası pozitivizmle bu saçmalıklardan kurtulmak için Fransanın öncülüğünde Rönesans ve Reformlarını gerçekleştirdi.

Batı kilisenin bağnaz, kör diktatoryasına olan mahkûmiyeti sebebiyle hiçbir alanda ilerleme kaydedemiyor, giderek açlığa ve yokluğa mahkum bir halde yaşıyordu.

Ortadoğuya ve hatta Avrupa topraklarına iyiden iyiye yayılan İslam toplulukları ise, tarlaları ekip biçiyor,  çok geniş arazilerde hayvancılık yapıyor, Endülüs Medeniyetini kuruyor, Selçuklu ve Büyük Selçuklu İmparatorluklarının ardından, tarihte bugün bile örneğine az rastlanan kültür ve medeniyet eserleri vererek gelişimini devam ettiriyordu.

Bu kültür ve medeniyetin en son temsilcisi olan Osmanlı İmparatorluğu batı Rönesans ve reformuna kadar hiçbir alanda geri kalmışlığın acısını duymuyordu.

Özellikle Endülüste İslam kültür ve medeniyeti ile tanışan batı dünyasının akil insanları, bunu kilisenin despotizminden kurtulmak için önemli bir dayanak olarak kabul ettiler. Alttan alta kilisenin "cadılık" olarak da nitelendirilebilecek yönetim tarzından kurtulmanın çok önemli biri çıkış noktası olarak gördüler.

"Akıl" kilisenin prangalarından kurtulunca, önemli icraatlara imza atmaya başladı, Müslüman Mucidlerin eserlerinin teknoloji ile tanışmasının yolları açıldı.

Bu teknoloji birinci dünya harbinde Osmanlıyı mağlup etti.

Osmanlının mağlubiyeti dininin de mağlubiyeti olarak algılandı.

Yeni yetme yöneticiler Osmanlı ve onun değerlerine ne kadar düşman olurlarsa, o kadar başarılı olacaklarına kanaat getirdiler.

O günlerde başlayan din düşmanlığı veya en azından dinin dışlanmışlığı bugün de bütün hızı ile bu ülkede devam ediyor/ettiriliyor.

Ancak ülkenin gerilemesine, Osmanlının mağlubiyetine, dinlerinin asla sebep olmadığını düşünen insanlar hiçbir zaman bu sakil düşünceyi içlerine sindiremediler.

Çünkü onlar iki günü biri birine müsavi olanın aldanmış olduğunu söyleyen bir Peygamberin ümmeti ve "İnsanoğlu için çalışmaktan başka bir şey yoktur ve herkes çalışmasının karşılığını alacaktır" diyen bir Rabbin kullarıydı. Böyle bir düşünceyi hem iman ve inançlarına ve hem de şahıslarına yapılmış bir hakaret olarak görüyorlardı.

Zira İslamda ruhbanlık yok, özgür düşünce, engizisyon/zulüm-işkence yok Adalet vardı.

Her Müslüman üzerine çalınmış olan bu kara lekeyi temizlemenin sadece şahsına yapılmış bir pisliği ortadan kaldırmak olmadığını, aynı zamanda Rabbin gönderdiği en mükemmel nizama yapılan saldırıyı bertaraf etmenin yükünü taşıyordu.

Ülkemizi baz alarak hareket ediyor ve diyoruz ki, hiçbir Müslüman tembelliği, körü körüne inancı, hayat düsturu yapamaz, teknolojik gelişmeleri göz ardı edemez.

Bir zamanlar bu konularda basireti bağlanan bazı kişilerin görüş ve düşünceleri İslama mal edilemez.

Eğer bu kişilerin görüş ve düşünceleri kaynak ve dayanak olsaydı, bugünün Müslümanlarının da aynı düzeyde düşüncesizlik sergilemeleri gerekirdi.

Gerçek öyle olmadı,

Serbest ve hür düşüncenin 1950 li yıllardan itibaren yeniden hayat bulması üzerine, bu ülkede tüm teknolojik gelişmelerde, yatırımlarda, ileri hamlelerde/adımlarda/ hep inançlı kesimin insanları kaderin ve tarihin kendilerine biçtiği rolü en iyi biçimde oynadı.

1950 den itibaren siyasette yer almaya başlayan mütedeyyin/muhafazakar kesimin insanlarının yaptıkları eserler, ortaya koydukları icraatlar ortadadır. Bu kişilerin barajlar, köprüler, enerji santralleri, yeni yollar, otoyollar, boğaz tüp geçişleri ve son olarak yapımı tasarlanan ikinci boğaz/KANAL İSTANBUL/ çalışmaları ile ortaya koydukları eserler, sadece bir insan olarak insanlık görevinin gereklerini yerine getirmenin ötesinde, inanca vurulan prangaların kırılmasına da vesile olmayı amaçlıyor.

Din ve dindarın üzerine örtülmeye çalışılan karanlık şal, dört bir yanından delinmiş, aydınlık görülmüş, bahtı kara maderine vurulan hançer bulunduğu yerden çıkarılmıştır.

Bundan sonra dindarlık, bir bahtsızlık olarak değil, İnsanlığa ve doğal olarak Yaradana karşı görevini yerine getirmenin aydınlık yüzü olarak algılanacaktır.

"TUVBA LİL ĞUREBA"/ NE MUTLU O ĞARİPLERE/