Türkiyede İslamı inanışlarının temeline koyan, yani sözde değil özde Müslüman olarak hayatlarını idame ettirmek isteyen insanların bu oranda biri birlerine düştükleri görülmemişti.
Şimdi biri birlerine karşı gönül kırıklığını dahi aşan oranda hasmane tutum içerisinde bulunan insanlar, öz olarak,
Hayatlarının temeline hep İslamı koydular.
Müslümanların Osmanlının yıkılmasından sonra büyük sıkıntılar çektiğini hep birlikte haykırdılar.
Dinlerinin ve kitaplarının yasaklanmasına hiçbir zaman evet demediler. Bunları yapanlardan bir gün hesap soracaklarını birlikte deklare etmeseler de, kaybettikleri haklarına kavuşacaklarına olan inançlarını hiç kaybetmediler.
Gerek resmi manada kurulan İmam Hatip Okullarında okuyan öğrenciler ve gerekse cemaat mensupları, öncelikle dinlerini rahat bir şekilde yaşamanın yollarını arayıp durdular, bunun mücadelesini verdiler, Türkiye demokrasisinin elverdiği ölçüde siyasi partilere destek oldular, mensuplarını parlamentoya sokmaya çalıştılar, oradan gelecek desteği önemsediklerini belirtiler, mensubiyet duygusunu içselleştirerek TBMM çatısı altında görev alanlar Türkiye Müslümanlarının isteklerini dile getirsin istediler.
Üstad Bediüzzamanın Demokrat Partinin desteklenmesi yolundaki isteğine uygun olarak yıllar yılı DP ve onun devamı olan Adalet Partisinin adeta oy deposu oldular.
Demirel kendisini ziyaret eden cemaat mensuplarına hele şu kitabı geritin, risaleden bir ders yapalım diyor, arkasından bir
talebinizi var mı diye sorduğu soruya, efendim şu arkadaşımıza bir görev tevdi etseniz, şu sağlam kişiye Bakanlar kurulunda yer verseniz gibi talepler geldiğinde, o ne demek o, ben vaaarııım ya, başka kişiye ne hacet diyor ve gelenleri o şekilde savıyordu.
Bu duruma Erbakan ve arkadaşları karşı çıktılar.
Türkiye Odalar Birliği başkanlığı yapan Erbakan buradan polis zoru ile atıldı. Bunun üzerine bugünün iktidarının temel taşlarının atıldığı partiler kuruldu. Birisi kapatılınca diğeri, diğeri kapatılınca ötekisi kuruldu.
Erbakan zamanında Cemaatler mütecanis davranmadılar. Yani Cemaat oyları tümü ile Erbakanın genel başkanlığını yaptığı partilere gitmedi. Hatta İmam Hatipliler dışında Cemaatlerin Erbakan Jargonundaki siyasi partilere pek sıcak bakmadığı hep görüldü.
Ben kendi içimde bu çelişkiler neden yaşanıyor diye yıllar yılı sordum durdum. Ama makul, mantıklı bir cevabını asla bulamadım.
Erbakan Hocanın en güçlü olduğu zamanlarda bile Cemaatler, özellikle risalei nurun çeşitli fraksiyonları demeyelim de, bölümleri diyelim, bu jenerasyonun partilerine sıcak bakmadılar, oy vermediler.
Ancak Ak Partinin 3 Kasım 2002 yılında yapılan seçimlerde tek başına iktidara gelmesi ve tek parti iktidarının bu ülkeye kazandırdıklarının bir bir görülür olması, cemaatleri uysallaştırdı ve birlikteliğin neleri kazandırdığını gördükçe Ak Parti içerisinde yer almayı, biz de varız, beraberiz demeyi açıktan ifade etmeye başladılar.
Bunun kötü bir şey olduğunu söylemiyorum. Aksine yıllardan beri savunmuş olduğum düşünce hayata geçmiş, Allahın(c.c) emrine uygun olarak inançlı insanlar birlik ve beraberlik içerisine girmişlerdi.
Müslüman bir şey yaparken, hedefine kendisini koymaz, koyamaz. Yani Müslümanın yaptığı işlerde son geldiği noktada, makamlar, mevkiler, sırmalı köşkler, hanlar, hamamlar, saraylar hedef olarak alınmaz. Müslüman her yaptığı işte, tepe noktaya Allahın rızasını koyar. O, Allah razı olduktan sonra bütün insanlık küsse kıymeti yok, O küstükten sonra dünya hoş görse ehemmiyeti yok, yolunun yolcusudur.
Türkiye Müslümanları çok büyük bir imtihandan geçiyorlar. Hayatlarında tahmin edemeyecekleri maddi ve manevi imkan ve zenginliğe ulaştılar. Bulundukları yeri daha çok tahkim etmek, biri birlerine daha çok destek olmak, biri birinin daha çok elinden tutmak var iken, şimdi inanılması imkansız bir biçimde sazlı, sözlü saldıralar yapılıyor.
Bu işten sadece ve sadece bu güne kadar inanan insanlara zerre kadar faydası olmayan ve sürekli biçimde onların ayaklarının tökezlemesini isteyenler kar edecek.
Böyle bir ortamda kim o taraf, bu taraf diye taraf tutuyor ise, hele İslamla, onun inanç temelleri ile zerre kadar bağlantısı olmayan, onun umdelerini bir nebzecik olsun yaşamayan insanların taraf olduklarını açıklıyor ise, bunları söyleyenlere şöyle bir dönüp bakmalıyız. Mesela Mehmet Barlas bugün Ak Partinin ve iktidarın yanında gözüküyor. Yarın Ak Parti zarar görür ise, ben Ak Partinin yaptığı her şeyin yanındaydım, halen de öyledir, asla bu tutumumdan taviz vermem demez, diyemez. Yeni güç sahibi kim ise, hemen yanında yer alır ve başlar daha önceki iktidarların hatalarını sayıp dökmeye. Bunu böyle görmek lazım.
Allah aşkına, lillah aşkına herkes bulunduğu yerden bir adım geri atsın. Şu dershane kapatılma meselesi ne olur biraz zamana yayılsa, hemen Kanun tasarısı biçiminde TBMM sine gelmese. Veya gelse de normal olarak kanunların geliş sırasındaki yerinde kalsa.
Dershanelerin neleri sağladığını, Ankarada da gösterimi yapılan son Türkçe Olimpiyatlarında Sayın Başbakan bizzat gördü ve dünyanın dört bir yanından gelen öğrencileri ayakta alkışladı.
Bunların zarar görmesini hiç kimsenin canı gönülden isteyeceğini zannetmiyorum. Ben bir konuda zarar gördüğümde, ailemin bütün fertleri de o zarardan nasiplerini!!! alıyor.
Hizmet hareketinin temel dinamiğinde dershanelerden yetişen öğrenciler var. Bu kaynak kesildiğinde, dünyanın dört bir yanındaki hizmet kuruluşları da telafisi imkansız zarar görür.
İşte o sebeple bu meseleye bir daha dönüp bakmakta yarar var.
İlk affeden Cenabı Allahın yanında ilk büyük mükafatı kazanan olur. Sayın Başbakan tüm ülkemizi temsil ediyor. Cemaatin bu yönü itibariyle imkanı sınırlıdır. Yani burada büyük olan, büyük konumunda bulunan Sayın Başbakandır. Affetmek görevi de ilk ona düşmektedir.
Be ne zaman beddua vari bir hareket içerisine girmiş isem, hep zararını görmüşüm.
Zaman husumet zamanı değil.
Milletin temsilcisi olan insanlar bir şey yapmaya kalkışmışlar ise, elbette bir bildikleri vardır, yanlış ta yapabilirler, doğruda. Ama
bize düşen hep doğruyu anlatmak, doğrunun soluklanmasını temin etmektir.
Yıkmak kolay, yapmak zordur. Gitmek, bir daha gitmek, ocağına düştük, bahtına yalvarıyoruz, bizim şahsi bir ikbal beklentimiz yok, her zaman söylediğimiz gibi bir dikili taşımız bile yok, bir evimiz yok, yakınlarımızın da öyle, olmasını da istemedik,zügürt geldik, zügürt gitmeye karar verdik, bizim bir tek niyet ve arzumuz var, o da rızai İlahiyi kazanmaya çalışıyoruz. Şu son toplantısına şeref verdiğiniz Türkçe Olimyatlarına katılan dünyanın dört bir yanından gelen gençlerin, iman ve inanç halitalarının yeniden yapılandırılıp yoğrulmasında verilen mücadeleyi gerçekten önemsemiyor musunuz, bunlar bir daha olmasın, böyle mi istiyorsunuz demeli, gerektiğinde hakkın hatırı için yüzsuyu dökmeli değil mi?
Burada bir anlaşma zemini bulunsa ne isteyen ve nede veren zerre kadar zarar görmez.
O öyle söyledi, bu böyle söyledi, sana bu söylenir mi, ona bu yapılır mı diyen münafıklar kazma ile kafamıza vuruyorlar. Gözümüzün kan bürümesi ondan.