1730 lu yıllarda Ceziretül Arabda Vehhabi hareketi boy vermeye başladı. Ceziretül Arapta yaşayan ve Beni Temim kabilesinden olan Muhammed Bin Abdulvehhap, İbni Teymiyyenin de fikirlerinden yararlanarak İslama yeni bir bakış açısı getirmeye çalıştı. Selefilik olarak da adlandırılan bu düşünceye göre, Müslümanların yaşadıkları yer ve devirlerde karşılaşmış oldukları sorunlara çözüm üretmek için, Allah Resulü ve ondan sonra yaşayan dört halife zamanındaki görüş ve düşüncelere itibar edilmesinin en çıkar yol olduğu fikri geliştirilmeye çalışıldı. Onun bu görüşleri Ceziretül Arabın en güçlü ailesi olan Suudiler tarafından benimsendi. Osmanlı İmparatorluğunun birinci dünya harbi öncesinde Balkanlarda giriştiği savaşlarla güç kaybetmesini fırsat bilen Abdulaziz Bin Suud 1902 yılında Kuveytten Riyada döndü. Abdulaziz Bin Suud oğlu Abdurrahmanı Riyad kaymakamı olarak atadı. İngilizlerin de yardımı ile yarımadanın %80 ini aile ele geçirdi. Suud ailesi inişler, çıkışlar, taht kavgaları, katliamlarla birlikte Ceziretül Arabı bugüne kadar elinde tutmayı başardı. Öldürülen krallar, biri birlerine attıkları kazıklar, Avrupada/özellikle de İngilterede/ kurulan lüks yaşamlar, her türlü lükse düşkün müsrif hayat, ailenin can damarlarında geziniyor. Batı dünyası paraya sıkıştığı anda onların ülke dışında tuttukları trilyon dolarlarına müracaat etmekten, tepe tepe kullanmaktan çekinmiyorlar. Hiçbir şey yapmasalar yılda yüz milyar dolarları geçen silah alımlarına imza attırıyorlar. Bu silahlar ülkeye getiriliyor mu, yoksa kağıt üzerinde mi kalıyor, işin doğrusu bilmiyoruz. Ama bildiğimiz biri şey var ise, bu silahları kim, nasıl, nerede kullanacak, iş başa düştüğünde kullanabilecek mi? böyle bir becerileri var mı? sorularına verilecek cevabın menfi olduğudur. Suudi çöllerinin silah deposuna dönmesinin sebebi nedir? Yer altından çıkarılan ve Allahın bir lütfü olduğunda zerre kadar şüphe bulunmayan petrol gelirleri, silahtan başka nereye sarf ediliyor? Ya yılda 50 milyar doları bulan Haremeynin gelirleri? Kimin cebine gidiyor. Petrolden elde ettikleri trilyon dolarlık gelirler, batılı ülkelerin bankalarında, çoğu şirk içerisindeki insanlara hayat veriyor. Bu aile Allahtan korkmalıdır. Kral ve ailesi ülke dışına uçak/kargo/ filoları ile çıkıyor ve tıka basa doldurarak ülkelerine dönüyorlar. Bu hak mıdır, adalet midir? SELEFİLİĞİN GEREĞİ BU MUDUR? Yönetim tamamen ailenin elinde bulunuyor. Kral hem yasamayı, hem yürütmeyi, hem idareyi temsil ediyor. Kralın ağzından çıkan her bir söz kanun mesabesinde. Bakanlar kurulunu atıyor, ama onların aldığı kararların mutlak tasdik mercii kral. Kralın olur vermediği hiçbir şeyin kabul edilme imkânı bulunmuyor. Atadığını istediği gün kulağından tutup atabiliyor. Halk sorunlarını, kral tarafından oluşturulan bir kurula gidip ifade etme imkanına!!! Sahip. Hepsi bu. Krallık babadan oğla geçiyor/du. Tabii aile genişledi. Batıda okuyan kral ailesi çocukları ülkelerine döndüklerinde, ya bu niye böyle demeye başladılar. Bunun üzerine, Kralın çekilmesi veya emri hak vaki olması halinde, aile kendi arasında ve gizli oy ile yeni lideri seçme kuralını getirdiler. Yani halk zerre kadar işin içerisinde değil. Halkın hiçbir şekilde müdahil olmadığı bir yönetim biçimi. Dünyada bunun gibi örnekler hiç kalmadı. İşin garip tarafı bu yönetim biçiminin hüküm sürdüğü yer, Allah Resulünün memleketi ve dünyada Allah adına yapılan ilk beytin, KABENİN bulunduğu mekan. Kuranı Kerim bu topraklarda nazil oldu. Onlar da şimdi Şeriat Krallarını/kural yazıyordum, tam üç defa kral yazıldı, ben de silmedim/ uyguluyorlar. Peki Şeriatın idare ile ilgili hükmü bu mu? Bu hak nasıl oldu da birden bire SUUD ailesine nasip oldu. Suud Ailesi bu sistemi devam ettirir iken, bir Krallarını öldürdüler mi? Öldürülen kralın yeğenine akıl hastası isnadı yapıldı. Bu kişi Kralı öldürünceye kadar hastalığı sebebiyle nerede tedavi gördü, bu kişi gerçekten akıl hastası mı idi, akibeti ne oldu? Kim nasıl , ne ile idare edilir ise edilsin. Bana ne Kuzey Kore yönetiminden, Güney Kore ile olan ilişkilerindeki sıkıntılardan, Tayvanda Taipeide olan bitenden. Çünkü ben coğrafya olarak onlara çok uzağım, iman, inanış gibi konular bakımından da hiçbir irtibatımız yok. Fakat yine de huzurlu olmalarını, kavgasız, gürültüsüz bir hayat yaşamalarını, bu dünyada bahtiyar olmalarını arzu ederim. Ama ya Ceziretül Arap? Mekke, Medine, Taif,Bedir, Uhut, Safa,Merve, Arafat, Haremeyn, Kudüs, Zeytin Dağı, Beytül Makdis, Kerbela, Cebeli Rahme, Turu Sina? Ben bütün bunlarla ilgiliyim, biz bütün bunlarla ilgiliyiz ve yer yüzü baki kaldığı sürece de ilgilimizi devam ettireceğiz. O açıdan buralardaki yönetimlerin tümü, insanların yaşam tarzları ve buralara yönelik haksızlıklara karşı koyma, hakkı üstün tutma, adaletin uygulanmasını isteme bizim vazgeçilmez hakkımızdır. İş gelip gidip İsrailin güvenliğini sağlamak için, nerede ise bölge ülkelerinin tamamındaki yönetimlerin batılı ağabeyleri tarafından korunmasına ve halkın söz söyleme imkânından mahrum edilmesine dayanıyor. Bir avuç Filistinli İslamın en mukaddes mekanlarından birisi olan Beytül Makdisi ve çevresini muhafaza etmek için canları pahasına mücadelelerini sürdürür iken, Suudi Arabistanın, Mısırın, Ürdünün, Kuveytin ve Körfezdeki Arap Emirliklerinin hiçbir sorumluluğu yok mu? Halklarından kopuk bu yönetimler, her türlü değerleri paymal edilir iken gıklarını çıkarmıyorlar. Ama artık bıçak gelmiş kemiğe dayanmış,halkların dayanacak gücü kalmamış bulunuyor. Halklarda gelişen iman ve inanç bilinci, samimiyet noktasında ardı arkasına testlerden başarılı biçimde çıkar iken, Allahın yardım ve nusreti de, Türkiye örneğinde olduğu gibi gecikmiyor işte. Bu gelişmelere İsrail çok kızıyormuş. Ceziretül Arap, İsraillilerin vezirlik konağı mıdır? Yarına.