MEŞRUTİYET Mİ, CUMHURİYET Mİ, DEMOKRASİ Mİ..!!?
Eklenme: 12/18/2019 12:00:00 AM

Evet sevgili okurlar!

Masa, Kasa ve Nisa başlıklı iki günlük yazımızı bugün sonlandırıyoruz...

Bugünkü yazımıza ise, Meşrutiyet mi, Cumhuriyet mi, Demokrasi mi ifadesini başlık olarak kullanıyoruz..

Türkiye geçmişine yönelik bin yıllık bir devlet olmasına rağmen, ki bunun sadece 624 senesinde, Osmanlı hükümran oldu.. Bu evrede, ne meşrutiyet vardı, ne cumhuriyet vardı ne de demokrasi denilen bir kavramın, varlığı vardı?.

Mutlak bir inanç, ümmetçilik hakimiyeti devletin bünyesinde yaşıyordu.

Yani devletle millet el eleydi.. Millet devletine güveniyordu, devlet de milletini himaye ediyordu..

Yönetimlerde milletin hizmetinde idi...

O günkü devlet ricallerinin yani siyasetçilerinin hedefinde ne masa vardı, ne kasa vardı, ne de nisa anlayışı vardı...

Zaten siyasi bir otorite yoktu.

Ümmet anlayışı hakimiyetiyle gelen-giden padişahlar devlet mekanizmasını adli ilahi olan Şeriatı garrayi ahmediyenin hükümleri doğrultusunda, yürütüyorlardı.. Ki bu da aşikardı...

Nitekim adli mercilerde, toplumun günlük hayat akışında, helale dayalı, haram katmadan mutlak bir uygulama vardı.. Ve buna da mutlakiyet deniliyordu.

Yani padişahın fermanına bağlıydı her şey

Padişahın fermanı da rastgele ferdi bir ferman olamazdı?

Kendiliğinden padişahın yapay uygulamaları söz konusu değildi.. çıkarılan, uygulanan tüm fermanlar, illa ki Kuran ve hadise dayalıydı.

Adaletin uygulamaları fıkhi meseleleri anlatan Mecelle kitabına dayalıydı.

Ama gerçekten devlet oldukça her gün biraz daha büyüyor ve yayılıyordu..

Beşeriyeti silah ve kılıç zoruyla mağlup edip kendi taraflarına çekme gayreti söz konusu değildi.

İslamın hükümlerini tüm beşeriyete ikna yoluyla götürüp, fütuhat üstüne fütuhat yapıyordu.

Yola gelmeyen, İslamiyet hükümlerine karşı zıtlaşanlara da kesinlikle gereğini yapıyorlardı.

İşte bu yönetim anlayışı, Osmanlıyı 624 yıl hükümran kıldı...

Osmanlının son padişahlarından olan Ulu Hakan Sultan Abdülhamid dönemi de 33 yıl sürdü..

Ama adilane bir biçimde...

Yıldız Sarayında millet yönetiliyordu

Yani Hilafet-i İslamiyeydi ve şarktan garbe kadar hükümran olan bir devlet hakimiyeti söz konusuydu...

çin Seddinden Adriyatik denizine kadar uzanan bir hükümranlık vardı...

Lakin, kültürümüze mal olmuş, tarihi bir slogan var..

Hani diyorlar ya: Besle kargayı oysun gözünü..

İşte bu vecize sözle yola çıkarsak..

Ne yazık ki, Padişah devlet gücüne güvendiği için devletin bünyesinde yetiştirilen Selanik Yahudi dönmeleri ve Ermeni unsurlar ile içteki yerli münafık tinetli ırkçılık, kavmiyetçilik unsuruna bağlı insanlar, Yıldız Sarayına Danışman olarak sızdırıldı...

Epey de sürdü bu sızma ve itibar kazanma planı.. Ve nihayetinde; yönetimde söz sahibi oldular

Netice itibariyle 1890lı yıllardan itibaren, bu dönmeler, yani karga hıyanetinin unsurları, Mutlakiyeti Meşrutiyete dönüştürüp harekete geçtiler...

Padişahı, yani Sultan Abdülhamidi saf dışı bırakmak üzere, Yıldız Sarayında, Batılılaşma, Demokrasi gibi kavramlar kullanılarak, her; bir alanı ele geçirmeyi başardılar..

Ta ki, enva-i türlü entrikalarla Sultan Abdulhamite Meşrutiyeti kabul ettirene kadar...

Selanik dönmeleri ve Ermeni unsurlardan oluşan bir heyet, Meşrutiyeti devreye soktular...

Oysa ki, gaye Meşrutiyet değil, o ad altında darbe yapmaktı..

İşte bu darbe girişiminin başında da Enver Paşa, Mithat Paşa ve Cemal Paşa Vardı...

Organize edilen darbe planında, bir komplo teorisi üretilerek Meşrutiyette karşı, Şeriatı isterük sloganları atılmaya başlandı...

Sözde Sultan Abdülhamid gizliden gizliye bir terör oluşumu içerisinde olduğu, havası estirilmeye başlandı..

Ve nihayet 1909da aynı o Yıldız Sarayındaki dönmeler ve yerli hainlerin işbirliğiyle Sultan Abdülhamid tahtan indirildi...

İlginçtir, Sulta Abdulmahide Seni millet azletti denilerek, hazırlanan sözde azilnameyi de, Selanik Yahudi Dönmesi Emanuel Karasu kendi eliyle, sunuyor...

Yerine sembolik olarak kardeşi Sultan Reşadı saltanat makamına oturttular...

Beceriksiz, bilgisiz ve kültürsüz olan Sultan Reşatta onların istediği şekilde, 9 yıl gibi bir süre devletin başında bulundu..

Ama bir kukla olarak..

Neticede, Sultan Reşad, 1918de vefat etti.

Yerine Sultan Vahdettin geldi.

Ama hakim olan anlayış, darbeci ittihatçıların anlayışıydı..

O anlayışın müteşebbislerinden çoğu da Yahudi kökenliydi

Selanik Yahudilerinden

500 sene evvel İspanyadan, Selaneke göç edenlerdi..

Bu dönmeler, tebdili kıyafet yaparak, kimlik değiştirerek Osmanlının, devletin bünyesine yerleşerek, palazlandılar..

Ahiliye şu havayı estirdiler, yenilik, yeni bir devlet anlayışı, demokrasi, özgürlük, eşitlik gibi kavramlar kullanmaya başladılar..

Ve böylece bir oluşumu, iktidar ettiler...

Ne var ki, devletin başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmedi gerçeğiyle; Devlet tar-ü mar edildi..

Önce, 1912 ile 1913lü yıllarda, devletin başına Balkan Savaşlarını çökerttiler...

Ondan sonra devlet, hiç alakası olmayan Birinci Dünya Savaşına sokuldu...

Ve bu savaş, Osmanlının tabiri caizse ölümü oldu..

Savaştan yenik çıktı, Osmanlı Devleti yok olup gitti.

Sadece bir resim kaldı..

İsim kaldıysa da Mutlakiyet yok edildi.. Ne vardı, meşrutiyet vardı, yani demokrasi(!) vardı

Yani yeni deyimle Meşrutiyet = Demokrasi..

Ve demokrasi dedikleri nesne elbette ki liberal demokrasiydi.

Sermayeye dayalı demokrasi de bir fayda vermedi, nihayet devlet 11 yıl içerisinde yani 1909dan 1920lere kadar dayanabildiyse de ama heyhat!

O devletin ruhuna Fatiha okundu, batılılar tarafından Hasta Adam adı takıldı.

Netice itibariyle başınızı ağırtmayalım

Sözün kısası Meşrutiyet de gitti yerine Cumhuriyet geldi.

1923ten 1950lere kadar Cumhuriyet, Cumhuriyet Halk Partisinin hegemonyasına girdi.

Ama bu süreç içerisinde, inkar ve asimilasyon dönemi başladı...

Devletle millet birbirine girdi..

Katliamlar başladı..

Devletin baskıcı hükümranları, cumhursuz Cumhuriyeti toplumun üzerine demoklesin kılıcı gibi hep salladı.

Asılan asıldı, kesilen kesildi, tek söz her ne kadar adı Cumhuriyet ise de müstebit bir Mutlakiyet vardı, yani tek parti dönemiydi.

Şeflik ve dipçik söz konusuydu.

Nihayettinde, 1950de Demokrat Parti kurulduysa da, o da şekliydi...

Tıpkı, İttihat Terakki Cemiyetinin bir uzantısı olarak devam eden devlet politikası ne yazık ki Demokrat Partiyi de bünyesinde barındırmadı.

Irkçılığa, Turancılığa dayalı müstebit bir siyaset hakimiyetiyle onu da alt etti.

Her ne kadar 1950den sonra çoğulcu Demokratik Parlamenter sistemine geçildiyse de, söz darbecilerindi.

Yani 1909da darbe yoluyla kurulan İttihatçıların uzantısı söz sahibi idi...

Ve o uzantı nasıl ki Sultan Abdülhamidi devirdi, 624 yıllık koca bir devlet yok edip al aşağı ettiyse!...

Aynı o zihniyet 1960ta yeni bir darbeyle biri Başbakan olmak üzere iki tane de Bakanı devirip astı.

İşte başta dedik ya..

Astıklarını astılar, kestiklerini kestiler ve herkesin yaptıkları yanına kar kaldı.

Hala da AK Partinin yani Cumhurbaşkanı sayın Recep Tayyip Erdoğanın başında bulunduğu bir Türkiyeye rağmen, devlet bünyesinde gizlenen o fesat anlayış, kendini idame ediyor...

İşte Vatan Partisi... Bu partinin bir megalosu var, gizliden gizliye terör odaklarıyla işbirliği içinde...

Onun yanı sıra her ne kadar birbiriyle ters düşüyorsa da MHP vardır ve liderinin rastgele konuşmaları vardır.

Velhasıl, demokrasiyi kıskaca almışlar kimseye geçit vermek istemiyorlar...

En derin sevgi ve saygılarımla