DEVENİN BOYNU EĞRİDİR (!!!)

Türkiye’deki olayların gittikçe olumsuzlaşarak ardı arkası kesilmemesinin ana nedenlerinden birisi hiç kuşkusuz ki, hukuksuzluktur.

Pek tabi ki, "Keyfiliğe dayalı antidemokratik" uygulamalardır.

Hukukun daima güçlüden yana işlemesi, güçsüzün de hak savunmasında cılız kalması…

Oysaki tam tersine hukuk işlem görmeli.

Çifte standart uygulamalardan kendini arındırmalıdır.

Ama nerde?                        

Eğer ki, bir ülkede hukuksuzluğun, adam kayırmanın, ranta dayalı keyfiliğin ve birilerine sebepsiz zenginleşme temini cihetine gidilmesinin varlığı söz konusuysa o ülkede haktan, hukuktan, anayasadan, hukukun üstünlüğünden bahsedilemez.

***

Bakınız, bir önceki “Manşetten” köşemizdeki yazının da ana çizgileri içerisinde bu gibi değerlendirmeleri kaleme almıştık.

Ve demiştik ki:

“Diyarbakır’da bir iş mahkemesinin hakimi tarafından birilerine rant temini için, iş branşında uzman olmadığı halde bir kişinin adını vererek, Hukuk Fakültesi’nden ya da Rektörlükten görüş almadan dosyaları göndermesi, dayanaksız ve sahte delil toplamaktan başka bir anlam taşır mı?...”

Ve aynı yazıda “SAHTE DELİLLER ÜRETMEK AĞIR SUÇTUR (II)” ifadesini içeren başlıktaki tespitlerimiz, delilli, geçmişe yönelik bir olayın kanıtı olmaktan başka bir şey değildir.

Ki basının da görevi olup biten güncel olayları kamuoyuna yansıtmaktan başka ne gaye taşıyabilir ki?

***

İnanın, bu işlenen olumsuz gelişme ve uygulama iki hukuk mensubu arasında olmamış olsaydı, sıradan vatandaş olmuş olsaydı, savcılık hemen diyecekti ki “Gel buraya vatandaş, sen böyle sahte bir delil uydurmuşsun, danışıklı dövüş olarak aranızda illiyet bağının varlığı söz konusu olmuştur” diye kuşkusuz soruşturma açılacaktı diye düşünüyoruz.

Ama tam tersine bu yazıyı yazan basın suçlanıyor, dava ediliyor ve tazminata mahkum oluyor.

İşte akla gelen ilk soru şudur:

Böylesi oluşumların ve olumsuzlukların, zincirleme oluşması, Türkiye’nin hangi platformda yürüdüğü, kimin kimler tarafından korunduğunu ve olayların ters yüz edilmiş olduğunun bir göstergesi olsa gerek?

Tüm bunlara rağmen rasgele gelip giden iktidarlar tarafından, kimin ağzı açılırsa hukukun üstünlüğünden, demokrasiden, hak aramadan, özellikle basın hürriyetinin varlığından söz ediliyor.

Oysaki siyaset alanında olsun, hukuksal alanlarda olsun, ekonomiksel alanlarda olsun, her nerede olursa olsun, “Görünen köy kılavuz istemez” misali “gün gibi aşikar” olaylar kendini ele veriyor zaten.

Hani deveye demişler ya: “Senin boynun çok eğri” diye..

Deve de; “Yahu nerem doğru ki” demiş.

* * *

Bakınız.

Nerede ise iki yıldan beri “Türkiye’de Barış Süreci”nden bahsediliyor, bir türlü sonuçlanmıyor.

Nitekim o kadar taraflar arasında zıtlaşma var ki Sayın Başbakan ne kadar olaylara iyi niyet damgasını vurursa vursun, ama olaylar hiç de bunu kanıtlamıyor.

Karşı taraf başka bir yörüngede yürüyor.

Devlet başka bir yörüngede yürüyor.

Böylece haftalardan beri Lice-Bingöl kırsalında yol kesilmesi, karakolların veya kalekolların yapılmaması için direnen bir anlayış ile devlet güçleri arasında geçen kavga, sonuç itibariyle iki gün evvel iki askerin bacağından yaralanmasıyla ve direnişçilerden iki kişinin ölmesi ile olaylar yeniden alevlendı.

Bu da haliyle, “Barış Süreci”nin yeniden tehlikeye gireceğini gösteriyor.

Elbette ki bu tür gelişmeler, bir ülkenin sağlıklı yaşamının, sosyal dengesinin, gittikçe olumsuzlaşmasının baş göstergesidir.

Biz, yazımızın başında hukukun üstünlüğünden dem vururken, antidemokratik keyfiliğe dayalı hukuksuzluğun, yine hukuk camiası içerisinde oluşmasından bahsederken, Türkiye’nin gittikçe her alanda büyük çapta özellikle bölgemizde, kavga, terör, hükümetle halk arasındaki diyalogsuzluktan meydana gelen kopukluk ve güvensizliğin büyüyerek oluşması düşündürücüdür.

Yıllardan beri Diyarbakır’da adliye gibi, üniversite gibi, devletin bazı yatırımcı kurumları gibi bünyesinde barınıp çöreklenen bazı bürokratların varlığı da yazdığımızın birer kanıtlayıcı delilleridir.

Her gün biraz daha büyütülerek oluşan olaylar, anılan bu kurumları oldukça yıpratmaktadır.

***

Örneğin; Diyarbakır Adliyesi’nin bünyesinde özellikle bazı iş mahkemelerinin başında bulunan bir hakimin, yıllardan beri işbaşında kalması ve eşinin de Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Öğretim Üyeliğini yapması ve aynı mahkemenin bir yıl içerisinde Hukuk Fakültesi’nde bulunan diğer bir Öğretim Üyesi’ne yaklaşık 200 dosyanın incelenmesi için bilirkişi adı altında verilmesi ve aynı o hakime karşılıklı kıyak göstererek, başka bir ilde o hakimenin bir davada taraf olarak bulunması ve aynı o bilirkişi(!), mahkemeden herhangi bir bilirkişi atanmasının söz konusu olmadığı halde, kalkıp da o davada taraf bulunan hakim hakkında sözde bilimsel, olayın tekniğine uygun mütalaa verilmesine kamuoyu acaba neye bağlar bunu?

“Hop, hop, dur bakayım, hayrola, neyin nesidir, demezler mi?”

Ve davanın karşı taraf avukatları tarafından sözde bilirkişiler hakkında şikayet dilekçesinin ilgili kurumların yetkililerine yazıldığı halde, o yazıyı adeta hasır altı etme çabasıyla, birileri tarafından gayret gösterilmesinin neye bina edildiği gibi hep sorular zincirine neden olmaktadır.

* * *

Bakınız, sevgili okurlar.

Karşı taraf avukatlarının Dicle Üniversitesi Rektörlüğü’ne yönelik yazılan şikayet dilekçesinin bir iki paragrafını başlık olarak özetleyerek, size sunuyoruz.

“Şikayet Edenler:

1- Bülent Erdoğan

2- Sami Erdoğan

3- Nami Erdoğan

4- Cevriye Şeker

Vekilleri: Avukat Ali Yıldırım, Avukat Vahit Çağatay/Turgut Temelli

Malatya ilinden Diyarbakır ili Üniversite Rektörlüğü’ne yazılan bir dilekçe.

Konu: Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medeni Usul Hukuku ve İcra İflas Hukuku Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Nedim Meriç ve Ticaret Hukuku Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Nihat Taşdelen’in Malatya Yeşilyurt Asliye Hukuk Mahkemesi’ne sunmuş olduğu hukuktan yoksun mütalaa hakkındaki dilekçe”

Şikayet dilekçesi aşağıda şöyle devam ediyor;

“İzahı: Yeşilyurt Asliye Hukuk Mahkemesinde 2008/46 Esas sayılı dosyalı görülmekte olan davaya ilişkin davacı vekili Avukat Mehmet Görgeç, müvekkilimiz ile aralarında hukuki ihtilafa ilişkin olarak Yard. Doç. Dr. Nedim Meriç ve Yard. Doç. Dr. Nihat Taşdelen’in görüşünü talep etmiştir.

Ancak bu iki akademisyen, bilim adamlarının da, üniversitenin de, YÖK’ün de adını batırmış, kendi itibarlarıyla birlikte akademiyanın da ve en önemlisi hukukun da adını batırmaya cüret etmişlerdir.

Yazdıkları rapor ve ekte sunulu dosya, fotokopisi okununca neden bu kadar çıldırdığımız anlaşılacaktır herhalde.

Raporun neden ve ne kadar hukuk cinayeti olduğuna ilişkin iki TMK ve BK’dan anlar, iki hukukçudan rapor alınsa yeter.

Kısaca mütalaa istenen olay dava, müvekkillerimin murisi Osman Erdoğan’ın 1984 tarihinde Cumali Uçar denen şahsın evinde vefat eder, murisin yediği dayaklar neticesi vefat ettiği gün de yani 31.12.1984 yılında Malatya 1. Noterliğinin 56011 yevmiye nolu vekaletiyle Ahmet Köylü’ye vekalet verdiği de sahiptir.

Ahmet Köylü’nün de bu vekalet ile muris müteveffa Osman Erdoğan’ın ölümünden sonra, yani 23.01.1985 tarihinde bu vekaleti dayanak göstererek, dava konusu gayrimenkulu davalı Cumali Uçar’a satar”

Malatya Yıldırım Hukuk ve Danışmanlık Bürosu tarafından Avukat Ali Yıldırım ve Vahit Çağatay imzasını taşıyan üç sayfadan ibaret olan, tüyler ürperten bir dilekçe.

Bu dilekçenin muhtevasından anlaşıldığı gibi, Malatya ilinde veraset davasıyla ilgili bir mağdurun murisleri tarafından açılan bir davada ve o davada da davalı olarak görünen Diyarbakır İş Mahkemesinde hakim olarak görev yapan hakimin eşinin bulunduğu Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki iş uzmanı olmadığı halde Yard. Doç. Dr. Nihat Taşdelen’e bir sene içerisinde 200 dosyanın gönderilmesi ve Nihat Taşdelen de ona kıyak göstererek, durup dururken yanına Ticaret Uzmanı olarak Yard. Doç. Dr. Nedim Meriç’i de alarak, taraf olarak görünen İş Mahkemesinin hakimini aklandırmak için illaki böyle bir mütalaa verilmesi, gerçekten kamuoyunu hayrete düşürmektedir.

Zincirleme olarak yani hukuk diliyle kullanılan “müştereken ve müteselsilen işlenen bu illiyet bağı neler oluşturuyor” diye düşünmemek, sormamak elde değildir.

Diyarbakır Söz Gazetesi, bu bölgede ve Diyarbakır’da yıllardan beri böylesi olumsuzlukların, usulsüzlüklerin, sebepsiz zenginleşmeye neden olan oluşumların, takipçisi olup hep yazmıştır, yazıyor ve yazmaya devam edecektir.

Ta ki hedefine ulaşıncaya kadar.

Keza bu iki kurum arasındaki yani Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesiyle, Diyarbakır Adliyesi İş Mahkemesi arasındaki oluşan böylesine ranta dayalı senaryo kendini ele verince elbette ki basın bunu yazacaktır.

İster hakim ol, ister kim olursa ol..

Her ne olursan ol, basının görevi kamuoyunu aydınlatmaktır, başka herhangi bir kasta dayalı değildir.

Diyarbakır’da devletin diğer kurumlarına gelince, her gün biraz daha rüşvet, rant, adam kayırma skandalları birbirini kovalıyor.

Bu nedenle dedik ya deveye demişler ki: “Boynun niye eğridir”, deve de demiş: “Nerem doğru ki”

İşte Türkiye’deki sistemin ve gelip giden iktidarların ne kadar çapraz çalıştıklarının göstergesidir bunlar.

Yarın da siz değerli okurlarımıza çok kısa bir süreç içerisinde Karayolları 9. Bölge Müdürlüğü’nde meydana gelen usulsüzlük, devlet parasını haksız yerde başkasına kaydırmak ve bunu imzalamayan mühendislerin işlerine son verme olayını paylaşacağız.

Bir iki aydan beri Lice’deki meydana gelen yol kesme olayları sonucunda iki kişinin ölmesi ve gittikçe olayların daha da tırmanacağına dair “MANŞETTEN” yazı serimiz devam edecektir.

Saygılarımızla.

Diyarbakır Söz Gazetesi