“BU İMAN BEŞ ON SERSEMİN İLHÂDINA KURBAN EDİLEMEZ!?”

Evet, sevgili okurlar…

Bilindiği gibi birkaç günden beridir ülkemiz milletiyle, devletiyle, hükümetiyle, bir konuya endekslendi.

O da; "8 Mart Dünya Kadınlar Günü..!"

Tabiatıyla normal kadın haklarıyla ilgili veya kadının toplumdaki yerinin ne kadar ehemmiyetli olduğuna dair "bir gün" olarak anılmadı…

Bilakis tam tersine kadını küçümseyen, kadını hakir ve hor gösterme, insanların gözünden düşürme, platforma dönüştürülen bir Dünya Kadınlar Günü olarak, arz-ı endam etti..

Ki tabiri caizse "suçüstü" olundu…

Gerek taşınan pankartlar..

Gerek atılan sloganlar..

Gerekse de, Ezan'ı "ıslıklayan" aşağılık, hareket!…

Hepsi, bilaistisna "pervasızlığın, şuursuzluğun, hadsizliğin" dik alası!...

Elbette ki bu da Türkiye’nin ve inanan milletimizin bir makûs kaderi mi diyelim?

Ne denilirse denilsin..

Yaşanan çirkefliği, Türkiye insanı kabul etmedi, yutmadı..

Sineye de çekmedi...

Ve siyasilerin sloganlarına da inanmadı.

Halk, bizatihi bu işin takipçisi oldu.

Hala da olmaktadır ve olmaya da devam edecektir.

Böyle yağma yok...

Milletin kutsal değerlerine “Vur kaç” örneğiyle yola çıkan saldırganlar "suçüstü" yakalandılar…

Ezan-ı Muhammedi’yi hedefleyerek, hor görme, koro halinde ıslık çalma edepsizliği, sözde “Dünya Kadınlar Günü”nde boğazlarında kaldı.

Millet direndi, teyakkuza geçti.

Ülkenin her köşesinde protestolar ve uyarı mahiyetinde açıklamalar yapıldı.

Bu olaydan 4 gün sonra yani dün, İstiklal marşımızın banisi merhum Mehmet Akif Ersoy’u "anma" günüydü…

Aynı zamanda; 12 Mart İstiklal Marşı’nın kabulünün yıl dönümüydü…

Şimdi bu anma gününde, özellikle Diyarbakır’ımızda uygulanan anma şekli, bize göre hiç de, "İstiklal Marşına ve Milli Şairimiz Ersoy'un manev-i şahsiyetine" uygun düşmedi...

Anma şekli, baştan sona Mehmet Akif Ersoy’un misyonuna, aksiyonuna, hal ve hareketine hiç de uygun gerçekleşmedi?..

Yani İstiklal Marşı’nın mana değerinin tam tersine bir anma etkinliği tertiplendi..

Zira İstiklal Marşının kabulü 98 yıl önce yani 12 Mart 1921 tarihinde gerçekleşmişti.

Bu kutsal olay, elbette ki aziz milletimiz tarafından ümmet olma hasebiyle bunu kıyamete dek anacaktır ve anmalıdır.

Ama anarken, ehliyetli kişilerin eliyle, bilgileriyle, inançlarıyla anılmalıdır…

Yüce İslam dinine mensup bir İslam âlimi olma gerçeğiyle, Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoay Kur’anla, Hadisle, şiirle, edebiyatla anılmalıdır..

Çağdışı, kendine medeniyet adını veren mimsiz bir medeniyetin hegemonyası altında, anılmamalıdır.

Diyarbakır Valiliğince Cahit Sıtkı Tarancı Kongre Merkezi'nde; "anma" etkinliği düzenlendi..

Ama hiçte, yakışır bir anma etkinliği değildi..

Siyaset ve bürokratik dille değil, Akif’in ilmi kariyerine yakışır bir anlatımla anılmalıydı.

Üniversiteden, İlahiyattan, Müftülükten bir heyet tarafından açık oturum yapılarak Akif’in şiirlerini, İstiklal Marşı’nın mana değerini, edebiyatını, aksiyona çevrilmiş misyonunu, ilmi gerçeklere yakışır kültürel bir dille anlatılmalıydı!.

Sazla, değil, cazla değil.

Tamburla, çalgıyla değil.

Genç kadınların müzik korosuyla değil.

Gencecik hanımefendilerin el hareketleriyle saz eşliğinde anılma, bize göre tarihimize, kültürümüze, Akif’in misyonuna aykırıdır.

Yakışmadı, yakışmaz da.

Büyük bir talihsizliktir..

Biz burada bu şekilde anmanın yanlış yapıldığı ve liyakatle yapılmadığı inancındayız.

Keşke İl Valimiz Sayın Hasan Basri Güzeloğlu bu yanlışlığa alet olmasaydı.

Çünkü bilimsel ve kültürel olarak biliniyor ki Mehmet Akif Ersoy’un kaleme aldığı Safahat’ın hemen hemen tüm beyitlerinin başında illa ki, besmele vardır..

İlla ki, bir ayet-i celile vardır.

Ve o ayet-i celilenin mana değerini şiire dökerek çok derin manaları taşıyan şiirleri kaleme almıştır…

İşte anma, o şiirlerin tekrarları, Akif’in kariyeri ve ilmi değerlerini anlatarak olmalıdır.

Ama ne var ki müesses nizam, yani mevcut sistem, rejim, bizim anlattıklarımız gibi değil, ancak Kemalist laikçi bir anlayışla canlandırılmak isteniyorsa da yerini dolduramıyor.

Onun için merhum Akif şöyle diyor;

“Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?

Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!” diyerek başlayan şiirin başında yüce Kur’an-ı Kerim’in A’raf suresinin 155. ayetinin bir bölümünü zikretmiştir.

Yani “E tuhliku-nâ bi-mâ feala es sufehâu min-nâ”   

“İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helâk mı edersin, Allah’ım...”

Ve bu ayetin tefsiri mahiyetinde şöyle şiir yazmıştır.

Ki bu şiir bizim anlattıklarımızın adeta bir mana değerini içermektedir.

“Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?

Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!

Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun!

“Yandık!” diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!

Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran îman

Olsun mu beş on sersemin ilhâdına kurban?

Enfâs-ı habîsiyle (habis nefislerle) beş on rûh-i leîmin (kötü ruhların),

Solsun mu o parlak yüzü Kur’ân-ı Hakîm’in?

Eyvâh!

Beş on kâfirin îmânına kandık;

Bir uykuya daldık ki: Cehennemde uyandık!

Mâdâm ki, ey adl-i İlâhî yakacaktın...

Yaksaydın a mel’unları... Tuttun bizi yaktın!”

Biz de burada diyoruz ki;

“Ya Rab!

Bize hakkı hak olarak göster ve bizi ona tabi kıl.

Batılı da batıl olarak göster ve bizi ondan uzaklaştır.

İşimiz ve ilkemiz, bizi hakkı savunmayan, haksızlığa karşı susan dilsiz şeytanlardan eyleme.”

En derin saygı ve sevgilerimle..