ADALET, HÜRRİYET, BARIŞ VE MİLLİ İSTİKRAR!?

Sevgili okurlar.

Tarih süzgecinden geçen hadiselerden elde edilen deneyimler, vuku bulan birçok olayın sonucunun nereye varacağını, insan kestirebiliyor...

Tabi ki “tarihten ders-i ibret” almış ise...

Ki bu hakikat, bilimsel olarak, tarihsel olarak, kültürel olarak, toplumların geleceklerine veya gidecekleri yere ulaşma noktasında, yol gösterici olduğu gibi “neticenin de” birer kanıtlayıcı delilidir. 

***

Hiç kuşkusuz ki, milli ve yerli kültürüyle, tarihiyle, inancıyla yaşayan bir millet ve onu yönetenlerin de aynı “iradeyi”  ortaya koyarak, ülkeyi yönetmesi...

Pek tabi ki, milletin milli birlik ve beraberlik gerçeğini “o inanç paralelinde” sağlamışsa, demek ki, o ülkede gerçekten “Milli İrade” hâkimiyeti vardır...

Yönetilen de, yöneten de “milli ve yerli” değerlere sahiptir...

***

Amma velâkin;

Ekonomiksel sıkıntılar her gün ardı ardına zirve yapıyorsa...

Fakru zarurette gemi azıya vurmuşsa...

İşsizlik, yoksulluk, fahiş bir pazar olarak yuva yıktırıyorsa...

Devletin hazinesi “tam takır” olmuşsa..

Ve hiçbir milli kaynak elde edilemiyorsa...

Devletin tüm bütçesi acımasızca vergilerden temin ediliyorsa…

Vay ki vay bu ülkenin ve milletin haline...

Demek ki büyük bir ekonomiksel istikrarsızlık söz konusudur...

***

Keza tarih...

Eğer ki “milli” bir kimlik taşımıyorsa...

Gerçekler “hep saklı” tutularak, makyajlandırılmışsa...

Milletin, ülkenin “iradesine” ters düşüyorsa...

İnancına, kültürüne, medeniyetine “hasım” olmuşsa...

Milleti değil, bir zümreyi kutsuyorsa...

Demek ki “istiklal de yoktur...”

***

Dedik ya...

 “ADALET, HÜRRİYET, BARIŞ VE MİLLİ İSTİKRAR...”

Bu ifadeye bir de “milli istiklal” cümlesini de eklediğimizde, meramımız daha bir anlaşılır olur...

Gerçi, olup bitenler siyasetin gerçek yüzünü her ne kadar örtmeye çalışıyorsa da bu saydığımız kavramların içi dolu olduğu müddetçe, “milli ruhu temsil eden gerçekler” hâsıl olur...

Yoksa, içi boşaltılmış kavramlardan ibaret olup, toplumda morfinleştirilmiş birer zehirli “enjeksiyon” halini alır...

Aldatmacalardan ibaret olur...

Tüm bu kavramlar “bir zümrenin” kendini idame etmek için, ömrünü uzatmak için kullanılıyor...

Ki yaşanan hal de bunu gösteriyor.

***

Netice itibariyle...

Diyoruz ki,

“ADALET, HÜRRİYET, BARIŞ VE MİLLİ İSTİKRAR” temini şart..

Milli ruhumuzu, milli varlığımızı, milli değerlerimizi, milli inancımızı, ifade ediyoruz ya!...

Bir de demokrasiyi ilave edelim..

Tabi ki, “milli demokrasi” diyoruz buna...

Amma velâkin, ABD’nin ve diğer batı haçlıların veyahut Siyonistlerin talimat ve direktifleri altında; “bir demokrasi” söz sahibi oluyorsa...

Ve “Milli” diye başlayan kavramlar da, bu çatının ürünü ise...

Tüm bunlar da, millete kabul ettiriliyorsa…

Hal-i perişanlık kaçınılmazdır..

Allah korusun; “kurtuluş” umudu bile kalmaz..

Bir millet için en büyük sermaye; “neslidir?”..

Yani gençleridir...

Eğer ki o gençlik “milli ve yerli” değerlerini “halis bir eğitim ve öğretim sistemiyle” almıyorsa..

Zihni de fikri de, “batıla” mahkûm bırakılmışsa…

Demek ki o milletin ve o ülkenin yarınları “huzur verici” olmadığı gibi, “istikrar” temin edici de değildir...

Tüm “değerler” yok olmuştur...

“Maddiyata” tapan bir nesil ve millet oluşmuştur..

Maneviyatın zerresi kalmaz...

Haliyle “ekonomiksel” sıkıntı da baş gösterince, “her şey asileşir, erozyona uğrar, dejenere olur?”

Millet diye bir kavram kalmaz..

Toplumsal bir çürümüşlük..

Toplumsal bir ahlak yoksunluğu..

Toplumsal bir yıkım hâsıl olur...

Kötülükler, galebe çalar..

Ne hazindir ki “hızla” böylesi bir serüvene doğru ilerliyoruz..

Hem de, “Şuur kilitlenmesiyle!...”

***

Değerli okurlar..

Demem o ki..

Eğer milli ruh, milli istiklal, milli istikrar, adalet, barış, hürriyet diye ağzımıza pelesenk ettiğimiz “kavramlar” bin yıllık tarihimize, kültürümüze, kitabımıza, bağlılığımıza ters düşüyor ve inancımıza gölge düşürüyorsa, demek ki burada arıza-i bir durum vardır…

Onun için de, kimse kimseyi kandırmasın.

Çünkü çırpındıkça batmaya mahkûm haldeyiz!...

Hâsılı kelam, Adaletimizi, hürriyetimizi, barışımızı, kardeşliğimizi sağlayabilmemiz için, onunla uzun bir yaşam şeklini yakalayabilmemiz için, mutlaka ecdatlarımızın geçmişteki yaşamlarına benzer bir yaşamı yakalamamız lazım...

Aksi takdirde biz kendi varlığımızı, değerlerimizi, ciddiyetimizi, İslam’ın ana kural ve kaidelerinden sıyırıp atarsak…

Çağdaş medeniyet dediğimiz batı dünyasının köleliğine yüz tutarsak, onların o projelerini, planlarını içimize çekip milletimize kabul ettirirsek, fasonlaşmış bir batı medeniyetini kendimize kurtarıcı bir medeniyet olarak kabullendiğimiz müddetçe, “kılavuzu karga olandan” farkımız kalmaz..

Kimse de kusura bakmasın böylesine bir siyaset anlayışıyla toplum yönetilemez, bir yere de gidemez!...

Yönetenlerin başına toplum ağır bir yük teşkil eder.

***

Yüce kitabımız “Bakara” suresinin 188. Ayeti bize diyor ki;

“Birbirinizin mallarını (hırsızlık, yolsuzluk, kumar, gasp ve dolandırıcılık gibi) haksızlıkla yemeyin ve başkalarına ait meşru malları bilerek (yalancı şahitliği ve çek senet hilesi gibi) haksız yollarla elde etmek için (rüşvet vererek ya da baskı yaparak) hukuki hilelere başvurmayın!”

***

Amma velakin, envai türlü entrikalı yollarla hakkı batıla çevirmek, batılı da hakka çevirmek için, faiz lobilerinin baskılarıyla veya çeşitli bankaların tefeciliğiyle yaşar haldeyiz...

Nitekim sürekli, hedef şaşırıyoruz...

Tek kelimeyle bu ayet-i celilenin hulasası:

“Velâ te/kulû emvâlekum beynekum bilbâtili”

“Batıl ve entrikalı yollarla biri diğerinizin malını yemesin”

Zira batıl yollarla başkasının malını yemek, kendi nefsi üzerine yapılan hükmi birer cinayet durumundadır.

Hatta toplumun üzerine binen manevi cinayetlerdir.

Haram mal yemek, millete yedirmek, haram yolları kolaylaştırıp topluma helal diye yutturmak…

Halk deyimiyle, bundan daha cinayetin dik alası olur mu?.

Hele hele entrikalı yollarla tıkanan yargı yollarını rüşvetle açıp günah işlemek, faiz yemek, tefecilik yapmak...

Toplumu külliyen derbeder edercesine başıboş bir hale mahkûm ediyor...

***

Nitekim, “Şûra” suresinin 52-53. Ayeti olan Hz. Muhammed (S.A.V) ile ilgili gelen ayet bakınız ne buyuruyor bize;

“(Ey Resul!) İşte böylece sana da kendi buyruğumuzdan bir ruh (hayat veren Kur'an'ı) vahyettik. Sen (bundan önce) kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu (Kur'an'ı sizi aydınlatacak) bir nur yaptık. Kullarımızdan (iyi niyet ve eylemine göre) dilediğimizi onunla hidayete iletiriz. Ve şüphesiz ki sen, dosdoğru bir yola rehberlik ediyorsun. (O yol) göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner (O'na havale edilir ve nihaî hükmü O verir).”

Ayet, dile kolay Resul-i Kibriya Efendimiz (S.A.V)’e Allah tarafından çok anlamlı bir mesajla uyarıyor, ders olarak hatırlatıyor...

Ayetin mefhumu muhalifi şöyledir;

“Sana vahiy yoluyla güçlü bir ruh bizden sana gelmeden evvel, sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin.

Sıradan bir insan durumundaydın.”

Bu anlamda Kur’anın bize hatırlatmış olduğu gerçek, İslam Peygamberi Hz. Muhammed (S.A.V)’e Kur’an gelmeden evvel hiçbir şeye sahip değildi, kendi yönünü belirleyemiyordu...

Ayet bunu ifade ediyor...

Günlük yaşam şekillerini hayata geçiremiyordu.

Kur’an ruhu geldikten sonra onunla hayat buldu...

Bütün insanlığa büyük İslam önderi, rehberi oldu.

Devletler, milletler de eğer o Kur’an ruhuyla yaşamını, günlük hayatını biçimlendirmiyorsa, ruhi derinliklerini donatamıyorsa, o toplum hiçbir zaman ne adaleti yakalar, ne hürriyeti yakalar, ne barışı yakalar, ne bereketi ve ne de uğuru yakalar.

Başıboş, sergerdan bir tutum içerisinde yanlış yörüngelere sapar..

Sonuç itibariyle yok olmaya veyahut batı emperyalizminin köleliğine adapte olur...

Bu itibarla diyoruz ki sohbetimize başlık olarak kullandığımız ifadeler, bugünkü sistem, mevcut rejim de hem sağı, hem solu, hem iktidarı, hem muhalefeti kullanıyor.

Ama bugüne kadar hiçbir şey yakalayamamıştır ve yakalayacağa da benzemiyor.

Ekonomiksel sıkıntılar zirvelere tırmanmış.

Ahlaki çöküntüler o biçim.

Aile çöküşü o biçim.

Terör her gün oldukça palazlanıp duruyor.

Bitişiğimizdeki, yani bize komşu ülkelerin düştüğü macera orta yerdedir.

Bakın komşumuz Yunanistan dahi bize meydan okumakta cesaret gösteriyor.

Hani o Yunan değil miydi ki biz onu Ege denizine dökmüştük(!?)

Olup bitenlere, yanlış gelişmeler mi diyelim veyahut uydurma mı diyelim?

Her ne ise tarihe havale edersek, tarih tüm gerçekleri bize yeri ve zamanı gelince; anlatıyor...

Ama yalan söylemeyen tarih.

En derin saygı ve sevgilerimle.

Hayırlı Cumalar...