AYASOFYA, YUNANİSTAN İLE TÜRKİYE ARASINDA DOLAŞIP DURUYOR!?

Evet, sevgili okurlar.

30 yıla aşkındır, bu köşede dilimizin telaffuz ettiği kadar, kalemimizin de yazabildiği kadar, batılı değil, hep hakkı savunup, durduk!...

Ki insanlık gereği de gerçek manada taşıdığımız inanç ruhunun gerekliliğiyle, her Müslüman gibi bizimde söylediğimiz her laf, bilime, hakikate dayanmaktadır...

O paralelde, konuşup hakikatleri söylemeliyiz!...

Dile getirdiğimiz dava, müdellel (tespit edilmiş) bir dava olarak ortaya koymaktayız.. Ki öyle de, yapma mücadelesini vermekteyiz.

Aksi takdirde eski tabirle “ağzınızla kuş tutsanız” bile, ne yaparsanız yapın hiçbir şekilde “güven” vermezsiniz, hiçbir şeyi de tutturamazsınız.

Hele hele dünyayı hegemonyası altına alan küfür dünyasının zirvede yürüyen sömürgecilik hali söz konusu iken!...

Onun için, ana ilke ve temel inanç nokta-i nazarınız; “hakikatleri” her platformlarda dile getirebilmektir..

Bu itibarla bizim hep savunduğumuz bir hak dava vardır.

Ki,  bu hak dava da, “ilahi” bir davadır.

Hz. Muhammed (S.A.V)’in kalbi üzerine vahiy olarak inmiş, insanlığı ortaçağ karanlığından kurtaran medeniyettir...

İnsanlığın peşine düşüp sarılmak istediği bir medeniyettir...

Beşeriyete yakışan şeref ve haysiyetin savunucusu olmuş bir medeniyettir...

Kıyamete dek de bu medeniyet ve inanç, hep var  olacaktır.

Ama bunun için, gerçek manada tavizsiz olarak Müslümanlar üzerlerine düşen, mücadeleyi ortaya koymalıdır...

Özellikle, kanıtlanmış bilgilerle, tarihi gerçekleri, küfür dünyasının gözlerine sokarcasına, mertçe ve sertçe o davayı tüm dünyaya ilan ettiğinizde; o zaman gerçek manada Müslümanlıktan bahsedebilirsiniz!!.

Çünkü bu dava, yalnız bugüne münhasır bir dava değildir.

Bu dava asırlardır süre gelen, haçlı seferleri ve ay yıldızlı hilalin davasıdır.

Haç ile hilalin çarpışmasıdır.

Devrisaadetten günümüze kadar devam edegelmiş bir “hak arayışı” davasıdır; bu dava!....

Ve bu dava yalnız Müslümanları kurtarıp, bir yerlere getirme davası da değildir.

Tüm insanlığı kurtarıp, şerefli ve haysiyetli bir inanç ordusu haline getirme davasıdır...

Ki en çok da inanan Müslümanlardan daha fazlasıyla haçlıların, şirk ve nifak dünyası içerisinde debelenip duran insanların kurtarılmasına yönelik bir hak davadır...

Hiç kuşkusuz ki bu davaya sarılan ve bu davaya göğsünü geren, kendini siper eden, bütün varlığını bir çırpıda feda eden ve etmeye hazır olan İslam kahramanlarının varlığı, dünya tarihinde yazılıdır.

Kimse de inkâr edemez.

Ancak ne vakit ki İslamiyet, kalplerden sindirilmek istenilmeye başlanınca, toplum boş, manasız bir varlık haline getirilmek istenilince, haçlı emperyalizmin köleleri, yeryüzünde, özellikle İslam dünyasında çoğaldıkça Müslümanlar “hak davalarından” geri adım atmak zorunda kalmışlardır.

Nitekim bugün yaşanılan hal; bunun bariz göstergesidir..

Çünkü, İslamiyet’i bugün hem kalplerinden, hem de vicdanlarından sıyırıp atmışlar.

Güçlü, birlik ve dirlik içerisinde olması gereken bir İslam ümmetinden daha fazlasıyla cılız, sesi ve sinesi bozulmuş bir beyin kategorisi haline gelmiştir..

Manasız ve ruhsuz bir iskelet durumuna düşen İslam dünyası, ne yazık ki bugün Fatih’in beş buçuk asır evvel fethettiği İstanbul’da, fethin en büyük eserlerinden birisi olan Ayasofya üzerinde istediği hükmü veremiyor?

Malum, Ayasofya Doğu Roma İmparatorluğunun yeryüzündeki en büyük kilisesi idi..

İstanbul’un fethiyle, artık Osmanlı’nın ve İslam dünyasının “mabedi” oldu?...

Ayasofya’nın duvarlarına Allah ve Muhammed ismi yazıldı...

Minareler dikildi..

İslamiyet’e kazandırıldı..

İşte o günlerde fütuhat-ı Rabbani, İslam dünyası üzerine açılıp, ilerledikçe ilerledi...

Çünkü davalarında samimiydiler.

Rant, ihale pazarlamaları vs. vs. yoktu.

Ortaklaşa, büyük iş çevreleriyle rant peşine düşen herhangi bir rejim veyahut müesses nizam da yoktu?.

Sadece i’la-yı kelimetullah uğrunda çalışmış büyük dava adamları vardı.

Bu itibarla dünkü hıyanet erbaplarının İslam dünyasına karşı besledikleri kin, nefret ve adavet ne ise bugün aynısından daha fazlasıyla katlama katlama artırarak İslam’ın üzerine gelmek istiyorlar.

Her ne kadar mevcut siyaset, zaman zaman yürüyüş yapıyor, Yunanistan’a karşı bilemiş aslan pençelerini gösteriyorsa da ne yazık ki; somuta ermiyorlar?..

Onun içindir ki, Yunanistan Türkiye’yle alay edercesine, dalga geçiyormuş gibi tavır takınıyor.

Şu denilebilinirki, peki Fatih Sultan Mehmet’in bu feth-i mübini nasıl olur da, birden bire hiçe sayılarak, 24 Kasım 1934’te Bakanlar Kurulu kararıyla Ayasofya camiden çevrilip müzeye dönüştürüldü?..

Nitekim, bu karar hukuksal olarak geçerliliğini yitirmiş durumdadır.

Hukukçuların diliyle konuşuyoruz.

Çünkü, Bakanlar Kurulundan çıkan herhangi bir karar, ertesi gün resmi gazetede yayımlandıktan sonra yürürlüğe girer, yasallaşır...

Ancak 1934’te alınan bu karar resmi gazetede yayımlanmamıştır..

Böylece,  hak yitirilmiştir..

Buna rağmen, bu cami, bu ecdad yadigarı, bu Fatih’in eseri bugüne kadar Allahû Ekber nidalarından uzak kalmıştır, bırakılmıştır!

Bilemiyoruz.

Mesela Yunan diyor ki illa ki Ayasofya müze olarak kalacaktır.

Fakat diğer dünya ülkeleri Türkiye ile ilgili herhangi bir tavır takınmıyor.

Demek ki her ne kadar seküler bir anlayışla yola çıkan laikçi sistem varsa da, tümüyle yanlıştır, yalandır, kandırmacadan ibarettir.

Türkiye’yi seküler bir ülke haline getirmek için mekanizma işleten müesses nizam, hep kendini bin yıllık ibadetinden ve kültüründen uzak tutmaya çalışmıştır..

Uzaklaşmıştır..

Bugün, Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan, her ne kadar çok büyük çaba gösteriyorsa da, istediğini elde edemiyor..

Diyorum ki, Ayasofya’yla alakalı AK Parti bir zaman, bir mühlet,  Yunanistan’dan izin alma gibi bir “tavır” içerisinde olmaması gerekir...

Olmamalı da...

Derhal Ayasofya “müzeden” Camiye dönüştürülüp, ibadete açılmalı...

Hem de neye mal olursa olsun!?..

Mescid-i Aksa’ya rağmen hemen açılmalıdır.

* * *

Bakınız, sevgili dostlar.

Yeryüzünde camilerin kapatılması ve açılmasına dair, Kur’an-ı Kerim ne diyor?…

Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim üç ayetinde açıkça değinmektedir...

Bakara suresinin 114. Ayetinin yüce meali aynen şöyledir;

“Allah`ın mescitlerinde O`nun isminin anılmasını engelleyen ve o mescitlerin yıkılmasına çalışan kimseden daha zalim kim olabilir? Böyleleri oralara (istedikleri gibi değil) ancak korkarak girmeleri gerekir. Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük bir azap vardır.”

***

Sevgili okurlar.

Bu ayet-i celile; yeryüzünde Allah’ın camilerini kapatanlar veyahut kendi karakterinden çıkarıp başka bir şeye çevirenler, her kim olursa olsun, bir defa Kur’an’ın hükmüyle karşı karşıya kalmış durumda olduğunu belirtiyor.

Camilere karşı böylesi bir tavır takınan insanlara, Müslüman diyemezsiniz...

Kimse de onları Müslüman olarak kabul etmez..

***

Tevbe suresinin 17 ve 18. Ayetleri ise mealen şöyle buyuruyor;

“17-Hakkı inkâr ettiklerine bizzat kendileri şahitken, Allah`ın mescitlerini onarmalarına (hak ve yetkileri) yoktur. İşte onlar, yaptıkları boşa gitmiş olanlardır. Ve onlar ateşte ebedi olarak kalacaklardır.

18-Allah’ın mescitlerini; ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekât veren ve Allah’tan başka kimseden korkmayanlar inşa ederler. İşte onların doğru yola erenlerden olmaları umulur.”

* * *

Evet, sevgili dostlar.

Bugünkü sohbetimizi burada noktalıyoruz..

Ancak şunu da ifade etmek istiyoruz...

Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretlerinin dediği gibi;

“Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâki varken,

Başka burhan aramak aklıma zâid görünür.

Elde Kur’ân gibi bir burhan-ı hakikat varken,

Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?”

***

Merhum Akif bu minvalde ne diyor?..

 “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı,

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.”

***

El hak!

İşte iki büyük İslam âliminin bu iki veciz sözlerinden, İslam dünyasının “tarih ve medeniyetleriyle” alakalı ders-i ibret almaları gerekir...

Selam ve dua ile...