AYASOFYA İMAMI MUHTEREM BOYNUKALIN VE HARP OKULLARINDAKİ YÖNETMELİK DEĞİŞİKLİĞİ!? (II)

Evet, sevgili okurlar.

Dünkü sohbetimizde sizinle paylaşmak istediğimiz memleket meselelerinin en önemlisi toplumsal huzurdur, barıştır, kardeşliktir.

Bunların karşıtı ne ise milli bir bütünlük içerisinde onlarla mücadele edilmesi gerektiğine dikkat çekmiştik...

Ve şunu ifade etmiştik...

Vatanın bölünmez bütünlüğü ruhu ile milli birliktelik ve beraberlik ruhu birbiriyle pekiştirilerek toplumsal bir barış ve huzurun gerçekleşmesi sağlanmalıdır..

Çünkü ülkenin en başta gelen meselelerinden birisi de; “birliktelikte” yaşanan kopukluklardır...

Beri yanda, ekonomiksel sıkıntıdır...

Hele hele terör ve şiddet, en büyük meseledir...

İşte tüm bunlarla mücadele edilmelidir...

***

Sevgili okurlar...

Ülkenin vazgeçilmez gerçeklerini bir araya getirdiğimizde bunların en başta gelen temel unsuru yüce İslam dinidir.

Toplumsal olarak ona bağlılıktır.

Bir ümmetin mevcudiyetidir, varlığıdır. 

Ümmet ile milletin birbiriyle pekiştirilmesidir.

Hiç unutmayalım ki bunların da başında; yüce İslam dininin temel unsurları olan din adamları gelmektedir.

Diyanet, ilahiyat, medreseler, Kur’an Kursları ve İmam Hatipler silsilesinin varlığı ve buradan çıkan gerçek din adamları; yani ulema kesimler, müderrisler, muallimler, vaizler, müftüler…

Mana cihetinde bakılırsa bunlar toplumun birer manevi lideridir.

Temel, taşlardır...

Nasıl ki maddi olarak bir vücut cansız yaşayamıyorsa, inanmış bir toplum, hele hele ümmetçilik ve milliyetçilik vasfını alan bizim gibi toplumların da İslamsız ve Ulemasız yaşaması mümkün değildir...

Ki yerküresinde, İslamiyet’e ve Ulemalara sahip çıkan ve bünyesinde barındıran, toplumumuz kadar hiçbir toplum yoktur.

Bu itibarla din adamlarımızın varlığı, vatanın ve milletin varlığı demektir.

Eğer Diyanet İşleri Başkanı Ankara’dan çıkıp “Berat Kandili” gecesinde Batman’a gelip, Batman’dan da Diyarbakır’a gelerek eşiyle beraber, 2 yıla yakındır evlat hasreti çeken annelerin dertleriyle dertleniyorsa…

Eğer Prof. Dr. Mehmet Boynukalın, 84 yıldan beri müze olarak kullanılan Ayasofya’nın Mescide yeniden çevrildikten sonra başimam olarak atanan birisiyse…

Bu zatın da hutbesinde, vaazlarında cemaate karşı yaptığı konuşmaları birilerini rahatsız ediyorsa…

Anlaşılan budur ki bu memleket, bu millet, bu devlet nereye gitsin yani?

Özbeöz kendi memleketimizde, kendi mülkiyetimiz altındaki vatan sathında dini vecibelerimizi din adamlarımız özgürce yaşayıp Kur’an gerçeklerini anlatamıyorlarsa…

Vay bu milletin haline?

Eğer Prof. Dr. Sayın Boynukalın’ın Kur’an’dan verdiği mesajlar doğrultusunda, “Din adamı siyaset konuşamaz, siyaset işlerine karışamaz, ancak beş vakit namazını kıldırır, herhangi bir siyasi söylem veyahut diğer memleket meselelerini anlatamaz, müdahale edemez” gibi çatlak sesler geliyorsa…

O zaman burada biraz duralım.

Ve diyelim ki;

Ey devlet!

Ey millet!

Ey iktidar!

Ey muhalefet!

Ey siyaset!

Ne yapıyorsunuz?

Göreviniz nedir?

Lütfen kamuoyuna bunu cevaplandırın.

Ya bunu cevaplandırın veyahut da din adamlarını soysuzca aşağılayıp küçük düşürmeye çalışan insanları bu memleketin evladı olarak kabullenmeyin.

Çünkü bunun yasalarımızda, anayasamızda yeri yoktur.

Dini meseleleri, İslam hakikatlerini, Kur’an gerçeklerini anlatabilme görevi ancak din adamına aittir.

Din adamı imam olur, vaiz olur, müftü olur, müezzin olur…

Siyasete de müdahale eder, ekonomiye de müdahale eder, teknolojiye de müdahale eder ve toplumsal ahlaka da müdahale eder.

Bildiğini millete anlatma salahiyetine sahip değilse bu memlekette özgürce yaşamak demek ki laf-ı güzaftır.

Eğer burada düşünce özgürlüğü, ifade etme özgürlüğü anayasal olarak söz konusuysa…

Dini meseleleri anlatmak, öğretmek, ders vermek ancak din adamlarına ve din muallimlerine aittir.

Bunu buraya kadar özetledik.

* * *

Sevgili okurlar.

Dünkü yazımızın son bölümünde Türk Silahlı Kuvvetlerinin Harp Okullarıyla ilgili yapılan son yönetmelik değişikliğini bugünkü yazımıza bırakmıştık.

En önemli memleket meselelerinden birisi de bu olduğu için, bugün sizinle paylaşmak istedik.

Bakınız, sevgili dostlar.

Hiç kuşkusuz ki Türk Silahlı Kuvvetleri, bu memleketin can damarıdır, kilit noktasıdır.

Milletin bölünmez, kopmaz bir parçasıdır...

Elbette ki bu kurum milli ruhtur, toplumsal bir ümmetin tarih sayfalarında altın harflerle yazılması gereken gazilik ve şahadet unvanına sahip bir milletin, devletin yüce bir kurumudur.

Millet varsa bu kurum vardır.

Elbette ki vatan varsa bu kurum vardır.

Zira bu kurum; milletin, vatanın, devletin bağrından çıkmış birer kurucusu ve koruyucusudur.

Bu itibarla tarihi gelenekler, örf adetler gereği bu kurum milletin yaşam biçiminden, inanç biçiminden dava gerçeğinden ayrı bir kurum olamaz.

Bu millet hangi ruhla yaşıyorsa, elbette ki bu yüce kurum da aynı ruhla yaşıyor ve yaşamalıdır...

Amma velâkin bu da bir gerçektir.

İttihat Terakki Partisinin bünyesine sızdırılmış, hem de dış mihrakın beslediği tarihi piyon yabancı unsurların yarattığı tahribatı göz ardı etmemeliyiz...

Korkarız ki aynı o uzantı günümüze kadar devam etmiş olabilir.

İttihat Terakki Partisinden sonra Osmanlı ordusunun içine sızdırılmış yanlış unsurlar, dönem dönem kendini diri tutmaya çalışmıştır...

Onun için I. Dünya Savaşını kaybeden tarihi Osmanlı devleti bir çırpıda yok olup gitti.

O dönemdeki ordunun vazgeçilmez temel unsurlarından olan generaller, paşaların, orduyu tüm dünya devletlerine karşı ayakta tutması gerekirken, ne yazık ki Çanakkale Savaşından üç yıl sonra İngilizler elini kolunu sallayıp İstanbul’a girebildiler.

1918’de Mondros Mütarekesi adı altında bir anlaşma yapıldı.

Ve Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa kendi makam, mevki ve rütbelerini bırakıp kaçtılar.

Diğer bir deyimle “Maşa” olup kaçtılar.

Demek ki samimi bir şekilde orduya sahip çıkamadılar.

Sahip çıkmış olabilseydiler, I. Dünya Savaşında mağlup olamazdı ve onlar da kaçmazdı.

İngiliz gavuru da elini kolunu sallayıp İstanbul’a giremezdi.

Ancak bu millet, kalbinin derinliğine yerleşmiş cihad ruhuyla yola çıkmış, İstiklal Savaşını vermiştir. 

Ne yazık ki bölünmüş, küçük bir coğrafyayla yetinebilmiştir.

Bunun adına da “Milli Mücadele” savaşı denilmiştir.

İstiklal ve istikbalimizi o Anadolu mücahit ruhlu kahramanların başını da elbette ki ulema kesimleri çekmiştir.

Sakallı, sarıklı, cübbeli ulemalar olmuştur.

Vaaz kürsülerinden “gavuru ülkeden kovmak” için milleti cihada davet etmişlerdir.

Hem de savaşın temel unsuru olan orduyla işbirliği yaparak…

Hulasa.

Tek kelimeyle şunu söylemek gerekir.

Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesine öğrenci alma koşulları öne sürülürken 2001 ve 2003 yılındaki yönetmeliklerle yetinebilmiş ve yine bazı kasıtlı, kötü niyetli darbeci anlayışlar tarafından yüce İslam dinini küçük düşürmek için, çamur atmak için, milletin maneviyatını zedelemek için, İslam dinini kastederek “irtica” kelimesini oraya kaydetmişlerdir.

Ki öğrendiğimiz kadarıyla o zamanlarda Harp Okullarına girmek isteyen gencecik, dinamik, çok zeki, çok ferasetli gençler, oraya müracaat ettikleri için birileri tarafından önce çoraplarını çıkartmış ve ayaklarının ökçelerine bakılmış “namaz kılıyor mu, kılmıyor mu?” diye..

Nasırlıysa namaz kılıyordur ki işe yaramaz.

Babası, annesi, dedesi, kardeşi, amcası, sülalesi namaz kılıyorlar mı kılmıyorlar mı, dinle alakaları var mı yok mu?

“Sen İslam’ın gerçeklerini yaşıyorsan Harp Okuluna müracaat edemezsin” diyerek başvurularını geri çevirmişler.

Ve bu da “irtica” kelimesinin gölgesinde yapılmıştır.

Kesinlikle bu bir kasıttır.

Kamu vicdanı bunu kabul eder mi sevgili okurlar?

Ülkeyi ve memleketi bölmeye yönelik, hem de resmiyetin gölgesinde bölücülük, fitne unsurunun aracılığıyla yapılmak istenilmiştir...

Aziz Türk milletini  “inançlı ve inançsız” gibi, “alevi ve Sünni” gibi bölücülük fitnesiyle “ayrıştırıyorlardı”

Oysaki başta söylediğimiz gibi, bu yüce milletin İslam dinine girip İslam adına savaşması bugün değildir...

Ecdadımız olan Selçukluların tarihi ortada.

Osmanlıların tarihi ortada…

Şanlı bayrağımızın varlığı ortada.

Şu halde ne oluyor da bin senelik bir tarihe sahip olan bir millet sadece ve sadece cumhuriyet döneminde namaz kılan öğrenciler Harp Okuluna alınmıyor?

Bırakın namaz kılanları, yakınları dahi ehl-i takva veya ehl-i sünnet ise o bile Okula sokulmuyordu?.

Madem öyleyse…

Gerçekten Türk Silahlı Kuvvetleri mümtaz bir şahsiyete sahip olmakla beraber, dindarların bu kurumda yer alması gerekirken tam tersine neidüğü belirsiz nice darbeci generaller alınmıştır, ta Genelkurmay rütbesine kadar gelmişlerdir.

Peki, terütaze bir gençliğin okula girebilmesi için, başta irtica dahil olmak üzere, sosyalizm, komünizm, dinsizlik, imansızlık gibi her şeyin göz önüne alınması gerekmiyor muydu?

Ne yazık ki?

27 Mayıs’tan günümüze dek her 10 yılda bir yapılan darbeler, meşru hükümetleri indirmek için zorbaca anayasayı ihlal edip meşru hükümetleri alaşağı edip yerine geçen generallerin künyesini, unvanlarını, sülalelerinin aslı ve esasları Harp Okuluna girerken soruldu mu acaba?

Örnek veriyorum.

Genelkurmay Başkanlığına kadar gelip terfi eden “Yaşar Büyükanıt” Yahudi asıllı olmakla beraber sadece isim değişikliğiyle Harp Okuluna girmiş ve Genelkurmay Başkanlığına kadar gelebilmiştir.

Ki aynı zamanda Diyarbakır’da 7. Kolordu Komutanlığı görevini yaparken PKK terör örgütüyle gizliden gizliye diyalog kurmuş olduğu da tespitlerimiz içerisinde.

Peki, bunu da soralım.

Daha nice darbeciler…

Ya eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un, Genelkurmay Başkanlığına gelebilmesi için İsrail’e gidip ağlama duvarının önünde şapka takıp hahamlarla ayin yaptıktan sonra gelip Genelkurmay Başkanı olması haline kim ne cevap verecek?

Bunu tüm kamuoyu vicdanına havale ediyoruz.

Bu memleket sahipsiz değildir.

Bu millet, ruhuyla, canıyla, malıyla, varlığıyla ve hem de ordusuyla iktidarın yanındadır.

Ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yanındadır.

En derin saygı ve sevgilerimle.