BİR HUKUK DEVLETİNDE İŞ KANUNU VE İŞÇİ HAKLARI!?

Evet, sevgili okurlar.

Bilindiği üzre Türkiye’de, ilk “İş Kanunu” 1936’da 3008 sayılı yasayla yürürlüğe girdi.

Bu yasa 1967’ye kadar uygulandı...

Tabi, 27 Mayıs 1960’daki askeri darbeden sonra CHP hükümeti vesayetin hâkimiyetiyle, bu kez 274 sayılı Sendikalar Kanununu yürürlüğe soktu.

Böylece, 1967’deki 931 sayılı İş Kanunu yasayı yenilemiş oldu..

1971’de ise iptal edildi..

İktidarda, Ecevit ve Erbakan “ortaklığıyla” oluşan koalisyon hükümeti var...

931 sayılı iş kanunu yasası, 1475 sayılı yasa ile, yeni bir “kimlik” alarak, yürürlüğe girdi..

İş Kanunu ve Sendikaların yasası, “peş peşe” değişim-dönüşümleri, tamamen “siyasi ve ideolojik” odaklıydı...

Ana tema, vesayet içerikli!

Her ne kadar; “İş Kanunu” olarak adlandırılmış olunsa da, 1475 sayılı yasanın muhtevası, “işçiyle işvereni” çatıştırmaktı..

Tarafların arasında sürekli “fitne” unsuru olarak, varlık göstermesiydi..

Hele ki, 1963’te yürürlüğe sokulan “Sendikalar Kanunu.?”

Yetkili sendika!

Dönemin yetkili sendikası, Devrimci İş Sendikası idi...

Kısa adıyla DİSK...

Peş peşe türeyen dönemin sendika patronları, adeta “İşverenlerin” üzerine, kara bulutlar gibi çöktü...

İşverenler “kıskaca” alındı...

Özellikle DİSK Başkanı Kemal Türkler tarafından “işçi oy potansiyeli” olarak görülüp, CHP’ye oy devşirme maksadıyla, “İş Kanunu” dizayn edildi...

İşte o “siyasi ve ideolojik” İş Kanunu hala yürürlükte... Ve “İşverenler” üzerinde, bir “vesayet” gibi, hükümran!?..

Yasa önünde; “İşveren” adeta potansiyel suçlu olarak görülüyor...

Enva-i hukuksuzluğu barındıran bu yasanın hele ki, hukuku icrada, İş Mahkemelerindeki bazı hâkimlerin sergiledikleri tutum ise tam bir facia!

Yansız ve adil yargılama yapması gerekirken, ne yazık ki tam tersine, keyfiyet söz konusu...

Sonuç itibariyle, iş kanunu ve iş mahkemelerinde yaşananlar noktasında diyoruz ki; “icraat meydandadır...”

Kimse kimseye iftira edemez.

Biz, kamu vicdanı adına gerçekleri yazmak ve yansıtmak adına yola çıkmışız...

Ki bu minvalde çok önemli tespitlerimiz olduğu gibi, yaşamışlığımız, muhatap olmuşluğumuz da vardır...

Öncelikle ve özellikle Adalet Bakanı Sayın Abdülhamit Gül’ün yüksek dikkatlerine sunmak üzere bunları enine boyuna yazıyoruz...

Çünkü yazmak zorundayız.

Hatta bu paralelde Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun da dikkatini çekiyoruz...

Kamu vicdanı adına sesleniyoruz...

Sorumluluk makamında oturanlar kendileri!

***

Hiç kuşkusuz ki, Türkiye Cumhuriyeti devleti, kendini demokratik ve hukukun üstünlüğüne inanmış bir devlet olarak tanımlamaktadır...

Ebette ki devletin üç ana unsuru vardır...

Yasama...

Yürütme..

Ve yargı...

İşte bu üç ana unsurdan biri Yargı...

Ki mevzu ettiğimiz de bu!

Sayın Gül....

Yargı erkine bağlı İş Mahkemelerinin özellikle Diyarbakır’ımızdaki ayağında bazı hâkimlerin, nerdeyse hukuku hiçe sayarak, yansızlığını unutarak, adalete ve hukuka gölge düşürmekte olduklarını görüyoruz...

Davacı tarafın iddialarının tümüyle gerçeklere ve hukuka aykırı olmasına rağmen, dosyalarına delil olarak yanıltıcı, kasıtlı ve aynı zamanda davalı tarafa husumetli olan uyduruk tanıkları göstererek, ön plana alınması, beri yandan davalı tarafın ıslak imzalı resmi belgelerden ibaret kanıtlanmış delilleri görmezden geliniyor...

Tarafgir bir tutumla, “yasal ve resmi” belgeleri çürütmeye, yok etmeye, hiçe saymaya yönelik tavır sergilenerek kararlar veriliyor.

***

Bu konuda bir örnekleme getirirsek...

Şöyle ki...

İstihdam yaratan bazı şirketlerin uzaktan yakından herhangi bir illiyet bağı (organik bağ) olmamasına rağmen, illaki yalancı tanıkların yalan beyanlarıyla, o şirketler bir olarak gösteriliyor...

Ki o şirketlerin hisseleri, sermayeleri, ortakları, adresleri ayrı ayrı olmasına rağmen...

Ticaret Sicil Gazetesinin tescilinden geçmesine rağmen...

Ki şirketlerin “sicillerini” içeren Ticaret Sicil Gazetesi, dosyanın içinde olmasına rağmen, her şey görmezlikten geliniyor.

Ne gazete, ne ıslak imza, ne de şahitler “dikkate” alınmıyor...

Yok hükmünde görülüyor..

O şirketlerin birbirlerine “organik bağları” varmış gibi; yanlış ve kasıtlı olarak hüküm veriliyor...

Tamamen gerçek dışı beyanlara “riayet” edilerek vahim bir hukuk katliamı yapılıyor...

Beri yanda, “haksız yere zenginleşmeye” göz yumuluyor...

Ne yazık ki çapulcu bir anlayış uğruna “istihdam yaratan” işveren feda edilerek yanlış kararların verilmesinde ısrarcı olunuyor...

Hal böyle olunca, adaletin ve hukukun varlığına açıkça gölge düşürülüyor...

Hazin bir tablo...

Davacının sebepsiz zenginleşme amacıyla açtığı böylesi davaların haddi hesabı yok...

Delil yaratmak için kötü niyetle “rant odaklı” savunma libası giymiş kişiler, yargıyı da “enva-i hileyle” aldatmaktadır...

Kötü niyetin MK. Madde 2.3 kapsamında iyi niyet ve dürüstlük kurallarına aykırı olduğu, kanun tarafından himaye görmemekle beraber, ne yazık ki bazı iş mahkemelerinin bazı hâkimleri tarafından, bu yanlış uygulamalar sürdürülmektedir.

* * *

Bakınız, sevgili dostlar.

Tüm bunlar yetmiyormuş gibi…

İşçinin çalıştığı sürede almış olduğu maaş, prim, fazla mesai vs. tüm bunlar ıslak imzalı bordrolara yazılmış olmasına rağmen...

Ki Banka dekontları...

Tüm resmi belgelerle birlikte kanıtlayıcı deliller sunulmasına rağmen, her nedense bazı iş mahkemelerinin bazı hâkimleri, keyfiyetle, bunları hiçe sayıyor...

Dikkate ve değerlendirmeye bile almıyor...

İllaki “ayağını” havaya kaldıran, sözde “yemin” ettirilen kişilerin tanıklığını ve sözlerini gerçekçi görüyor...

Bir cümlesi, ikinci cümlesini “yalanlayan” böylesi şahitler, hukukun tecelli edeceği mahkemede, o resmi belgeler bir çırpıda yok olmaya mahkûm ediliyor.

Yani, apayrı bir hukuki garabet yaşanıyor şu İş Mahkemelerinde!

* * *

Sevgili okurlar.

Günlerce bir yazı serisi içerisinde, attığımız bir başlık oldu...

 “Laikçi bir Türkiye nereye gidiyor?”

İşte bu soruya cevap ararken, sadra şifa veren bir cevap bulamadığımızı;  “İş Mahkemelerinde ve İş Kanunundaki” çarpıklık açıkça ortaya koymaktadır...

Şimdi; “BİR HUKUK DEVLETİNDE İŞ KANUNU VE İŞÇİ HAKLARI!?” ifadesini başlık olarak kullandık.

Ancak, bu çarpıklığı ispatlayarak, kanıtlayarak köşemize taşıyoruz...

Diyarbakır Söz Gazetesinin, hakkın ve hakkaniyetin kıyamete dek savunucusu olarak üstlendiği görev paralelinde bunları yazıyoruz ve yazmaya devam edeceğiz.

Zira devletimizi, hukukumuzu, demokrasimizi, hiçbir ideolojiye, kasıtlı, yanlı düşünenlere de bırakmayız.

İllaki deşifre edeceğiz.

İllaki bunları kamuoyuna bildireceğiz ve Cumhurbaşkanımızın zat-ı devletlerine de gerektiği an arz edeceğiz.

Özellikle başta da ifade ettiğimiz gibi Adalet Bakanı Sayın Abdülhamit Gül Bey’le de paylaşacağız.

Keza Hâkimler ve Savcılar Kurulu’na bu kanunsuzluğu, bu adaletsizliği, bu yanlış uygulamayı bildirmeyi kendimize görev telakki ediyoruz.

Şu anılan yalancı tanıkların birçoğu davalı tarafın avukatları tarafından “yalan yere yemin edip mahkemeyi yanıltma” suçundan dolayı Cumhuriyet Başsavcılığına başvurmalarıyla beraber, aradan bir hayli zaman geçmesine rağmen, Başsavcılıktan da bir türlü bir sonuç alınamamıştır.

Oysaki tüm mahkemelerde usulen bir tanık dinlenirken, yargılama hâkimi tarafından uyarıcı babda, “Yalan yere ifade verirsen Türk Ceza Kanununun ilgili maddeleri gereğince yargılanacaksın” diye hatırlatılmaktadır...

Nerde o hatırlatma ve kanun uyarıcı hal!?

En derin saygı ve sevgilerimle.