DEVLETİMİZ HUKUK DEVLETİ Mİ, KANUN DEVLETİ Mİ, SİYASET DEVLETİ Mİ?! (III)

Sevgili okurlar…

Yazı serimizde, rotayı değiştirmiyoruz!.. Aynı minvalde, sohbetimiz devam ediyor..

Ki başlığımız da aynen yerini koruyor..

Çünkü bünyesinde barındırdığı üç kavram, “tarihsel” öneme sahip olduğu gibi, toplumsal bütünlüğümüzün de “can damarını” teşkil ediyor…

Hukuk..

Kanun..

Ve Siyaset..

Geçtiğimiz Cuma günü, detaylı ve kapsayıcı bir çok mevzuya değindik..

Pozitif ve negatif yönüyle; Türkiye’nin geldiği merhaleyi ve toplumun yaşadığı kangrenleşmiş hadiseleri, dillendirdik..

Tabi ki Diyarbakır’ın da özeline inerek, kentte yaşanan “illegal” oluşum ve yapıların, nasıl da bu “üç kavramın” etkisinde cereyan ettiğine de dikkat çektik…

Denir ya, hal-i alem nicedir?!…

Ne yazık ki tablo hiç de “iç acıcı” bir görüntü vermediği gibi seyri de kaygı verici..

Sorunlar büyük…

Toplum buhranlı bir yaşamın cenderesinde yürüyor…

***

Şu bir gerçektir..

Devlet idaresinde; “rejim” hangi sisteme matuf olursa olsun..

Eğer ki konum itibariyle kendini “kanunlara bağlı, riayet edici devlet” olarak sınıflandırıp, tanımlıyorsa “illa ki, hukuk ilkelerine” bağlı olması gerekir..

“Hukuk” vaki değilse, “kanun” diye tanımlanan işleyiş, keyfiyet içerir..

Nitekim hukuk ilkeleri paralelinde kendini idame etmeyen Yasama erki, “keyfemayeşa” anlayışını üretmeye başlar..

Siyasi partiler..

Yani meclisteki yasama erki “oy potansiyelini” artırmak gayesiyle “hukuk ilkelerini” göz ardı ederek çıkardığı yasalar, toplumsal birliğe, eşitliğe, bütünlüğü hizmet etmez!

Ki hal-i hazırda, “hukuka” uygun olmayan nice yasalarımız var…

İşte bu mevcudiyet, bu varlık, bizi hukuk devleti olmaktan, hatta hukukun paralelinde çıkarılan kanunlar devletini de aşıp, siyasi mihraklara paralel arz eden; idare yönetiminin kulvarına sokar…

Ki yasalar, büsbütün hukuk dışı yasalar kimliğini alır?..

Hatta kanun dışı yasalar konumuna düşer…

Her şey “siyasetin politik” macerasıyla işler hale gelir…

Ki bugün yüz yıldan beri yaşamakta olan mevcut Türkiye’mizin hal-i durumu bunu bariz şekilde ifade ediyor…

Çünkü sistematik olarak müesses nizamın hal-i pür melali bunu bize göstermektedir.

Ne yazık ki hala da Türkiye’miz tek parti şeflik ve dipçik döneminin zorbaca milletin üzerine Demokles’in Kılıcı gibi salladığı yasalar vardır…

Hukuk dışı olup antidemokratik uygulamalar içermektedir…

Toplumun üzerine bir hukuk devleti olmaktan ziyade “polis devleti” veya “jandarma devleti” olma hali kendini göstermiştir.

20 yıldan beri her ne kadar AK Parti döneminde böyle bir uygulamanın varlığı tümüyle görülmüyorsa da ama macera, uygulama ne yazık ki aynı rotada devam ediyor.

Zira her ne kadar muhafazakâr iktidarlar gelip gidiyorsa da hala CHP’nin, sosyalistlerin, emperyalistler adına kirli medyanın zehir akıtan kalemşorlarının varlıklarının mecrasında yol yürünmektedir…

Uygulamada, dün onlar ne yazmışsa bugün o yaşanıyor gibi geliyor bize.

Bu itibarla 84 milyon insanımızın beklentileri, özellikle AK Parti döneminde, özellikle Devlet Başkanı durumunda olan muhterem Recep Tayyip Erdoğan’ın riyasetindeki uygulamalara rağmen bir türlü ülke barış, kardeşlik, toplumsal bir huzur ve mutluluk yakalayamıyor.

Yakalansa dahi deveden kulak bile değildir.

* * *

Evet, sevgili dostlar.

Mevcut sistematik gelişmeler, söylediklerimizi ve yazdıklarımızı kesinlikle kanıtlamaktadır.

“Görünen köy kılavuz istemez” misaliyle her olayı yeniden açıklamaya ne zamanımız var, ne de köşemize sığdırabiliriz.

Ancak “kıssadan hisse” olarak siz değerli okurlarımızla paylaşmak istiyoruz.

Bize ve sizlere yani 84 milyon insanın tümüne düşen görev, gerçekleri görmek, yarar yerine zarar veren oluşumları el birliğiyle toplumun bünyesinden söküp atmak gerekir!.

Ki buna “nehyün anil münker” deniliyor.

Yani münkeratı (kötülüğü) yaratan tüm günlük hayat akışlarından sıyırıp, kurtulmak lazım…

Devlet, milletin iradesiyle bunları yapmak zorundadır.

İktidarlara düşen temel görev de budur.

AK Partinin muhafazakâr gidişatının, ne yazık ki birkaç yıldan beri liberal bir demokrasiye dönüştürülmüş olması, CHP’nin ve sol medyanın değirmenine su taşımaktadır.

Bir sonraki yapılacak seçimlerin de onların lehine oluşması gibi bir çalışma şekli de görünmüyor değil…

Onun için şimdiden devletin hukuk devleti olmasını gerektirecek yasaların da o paralelde uygunluk arz etmesi gerekiyor…

Ancak o zaman, Hukuku ve Adaleti mevcut kirli siyasetin oyunlarından uzak tutmuş olacağız.

Cuma günkü yazımızda da belirttiğimiz gibi…

Bölgemizde, Diyarbakır’ımızda arazi mafyası, feodal yapının halkın üzerine korku imparatorluğu yaratması, bunların hepsi bir hukuk devletinin varlığına yakışmaz, yakışmadığı gibi de oldukça tehlike yaratıcıdır.

Bize göre İslam şeriatının müesses nizamları, sistemleri, yani toplumda yaşanmakta olan, yasaklanması gereken haram ve nesneler ne ise Kur’an ve sünnet dışında kanunlaşarak gelişen ve emr-i maruf, nehy-i münkeri ortadan kaldıran yasalar, uygulamaların hiçbiri ama hiçbiri hukuksal olmadığı gibi antidemokratiktir…

Oysaki devletin varlığı, toplumun mutluluğunun sağlanması içindir…

Huzurunun temini için, olabilecek huzursuzlukları ortadan kaldıran caydırıcı müeyyidelerle sağlanması gerekir.

Nitekim, verilen cezaların İslam’ın getirdiği cezalara paralellik arz etmediği gibi caydırıcılığı da yoktur..

Tüm bu oluşan ve gelişen haller, yalnızca bugüne münhasır değildir.

Yüz, yüz elli yıldan beri devletimizin içine sızdırılan piyon, Selanik devşirmelerinin varlığı ve Ermeni çeteleriyle gizli masonik mahfellerin işbirliği, her şeyi açığa vurmaktadır..

Ki kocaman tarihi Osmanlı devletini yok edip, bugün Siyonist Yahudilerin, haçlı emperyalistlerin direktif ve talimatları paralelinde o gün çıkarılan yasaların icra edilmekte olduğunu da göz ardı edemeyiz…

Bu da tüm halkı huzursuz ediyor.

* * *

Sevgili dostlar.

Bugünkü sohbetimizde “Saff” suresinin 8 ve 9. Ayetlerinin yüce meallerini sizinle paylaşmak istiyorum..

Merhum şehit Seyyid Kutb’un yorumladığı bu her iki ayetin önemli satırbaşları şöyle…

8- Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki zalimler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.

9- Müşrikler istemese de dinini bütün dinlere üstün kılmak için peygamberini hidayet ve hak ile gönderen O’dur.

***

İsrailoğulları yeni gelen dine karşı düşmanca bir tutum içine girmişlerdi. Bir dizi hilelere ve sapınmalara başvurmuşlardı. Çeşitli yollara ve yöntemlere başvurarak ona karşı savaşmışlar ve bu çirkin savaş o gün bugündür devam etmektedir.

İsrailoğulları önce ona karşı ithamlarda bulunarak savaştılar.

“Kendilerine apaçık belgeler gelince bu apaçık bir büyüdür dediler.”

Tıpkı ilahi kitabı olmayan ve yeni dinin geleceğinden, müjdesinden haberi olmayan müşrikler gibi. Sonra bu savaşlarını hile ve oyunlarla sürdürdüler, İslam ordusu içine şüphe ve desiseler sokmaya çalıştılar.

Medine’de Muhacir ile Ensarı birbirine düşürmeyi planladılar.

Ensar ile Evs ve Hazrec kabilelerinin arasını açmaya çalıştılar.

Sonra bazen münafıklarla bazen de müşriklerle işbirliği yaparak komplolar kurdular. Bu yolla İslam’a karşı savaştılar. (Tıpkı bugünkü yaşanmakta olan hal gibi) Bazen Hendek savaşında olduğu gibi İslam’ın saldırgan düşmanlarına katılarak bu mücadeleyi sürdürdüler. Hz. Aişe’ye karşı oluşturulmuş iftira olayında Abdullah İbni Übey İbni Selül vasıtasıyla asılsız haberleri yayarak da bu çarpışmayı sürdürmeye çalıştılar.

Daha sonra Allah’ın düşmanı Abdullah İbni Sebe vasıtasıyla Hz. Osman dönemindeki kargaşayı körüklediler. İslam’a karşı savaşlarını Hadis’e, Siyere ve Tefsire karıştırdıkları yalanlar ve uydurmalarla sürdürdüler. Çünkü onlar Kur’an-ı Kerim’e yalan ve uydurma şeyler yakıştırmaktan aciz düşmüşlerdi.

Şu ana kadar bu savaş bir an dahi dinmemiş ve sona ermemiştir. Dünya Siyonizm’i ve haçlı zihniyeti bugün de İslam’a karşı hile ve tuzaklarını sürdürmektedir. Nesiller boyunca aralıksız ve amansız bir şekilde bu iki kitle İslam’a karşı saldırılarını ve mücadelelerini sürdürmüşlerdir. Doğu’da haçlı seferleri ile ona karşı savaşmışlar, batıda ise İspanya’daki savaşlarla mücadelelerini sürdürmüşlerdir.

Ortadoğu’da ise son hilafet devletine karşı iğrenç bir savaşa girmişler.

“Hasta adam” dedikleri bu ülkeyi paramparça edip bir miras gibi aralarında paylaşmışlardır. İslam yurdunda sahte kahramanlar yaratmaya ihtiyaç duyduklarında İslam’a karşı bu kinlerini kusmaya ve bu planlarını uygulamaya kendini adayan sözde kahramanlar ileri sürmüşlerdir. (Özellikle Türkiye’de ve diğer İslam dünyasının devletçiklerinde) Bunlar “halifeliği” yıkmak ve İslami idarenin en son şekli ve görüntüsünü yok etmek istediklerinde de “kahramanlar” yarattılar(!) Omuzlarından kaldırıp onu şişirdiler. Göstermelik olarak başkentleri işgal eden ve vatandaşların gözünde bir kahraman yaratmayı amaçlayan müttefik güçlerin orduları da bir bir geri çekildiler.

Artık bu kahramanlar vasıtasıyla rahatlıkla halifeliği kaldıracak, Arap alfabesini yürürlükten kaldıracak ve Türkiye’yi diğer Müslüman milletlerden ayırabileceklerdi. Türkiye’nin dinle ilgisi bulunmayan medeni, laik bir devlet olduğunu söyleyebileceklerdi.

Siyonizm ve haçlı zihniyeti İslam’ın herhangi bir ülkesinde İslam’a ve İslami hareketlere son darbeyi indirmek istediğinde bu türden sahte kahramanlar türetmeyi bir gelenek haline getirmiştir. Böylece bu sahte kahramanları din bağının ve tutkusunun yerine geçirmekte, dinin sancağını bir kenara itip o anlayışı bayraklaştırmaktadır.

“Onlar gözleriyle Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki zalimler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.”

Bu ayet-i kerime önemli bir gerçeği dile getirmekte ve aynı zamanda ağıt yakmayı, hafife almayı çağrıştıran bir tablo çizmektedir. Bu gerçeğin ta kendisidir.

Onlar kendi ağızlarıyla “Bu Kur’an apaçık bir büyüdür” diyorlardı.

Yine dini yok etmek için çeşitli oyunlara ve tuzaklara başvuruyorlardı.

Burdaki tablo onların çirkin bir çaba içinde olduklarını sergiliyor. (Geçmişe yönelik günümüzdeki Türkiye’de de aynı batıl anlayış yaşanmadı mı?

Yani birileri çıkıp “Kur’an Orman Kanunudur” demedi mi?)

Çünkü onlar güçsüz, cılız imkânları ile kendi üfürmeleriyle Allah’ın nurunu söndürmeye çalışıyorlar!

“Kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.”

En derin saygı ve sevgilerimle.