GİRMEDEN TEFRİKA BİR MİLLETE, DÜŞMAN GİREMEZ!?

Evet, sevgili okurlar.

İslam dışı sistemler, hiçbir zaman adil olamaz.

Yansız da olamaz.

Ki çifte standartlıktan da kendini arındıramaz.

Bu itibarla bugünkü yazımıza başlık olarak merhum Mehmet Akif Ersoy’un ifadesini taşıdık...

“GİRMEDEN TEFRİKA BİR MİLLETE, DÜŞMAN GİREMEZ.”

Bu mısraının devamı şöyle;

“TOPLU VURDUKÇA YÜREKLER, ONU TOP SİNDİREMEZ.”

Bugünkü sohbet dersimizde, İslam’la kendini donatıp yürüyen ecdatlarımızdan bahsedeceğiz.

İslam’ın ilanın ilk asrında, Emevi ve Abbasiler döneminin sonlarına kadar.. Ki o dönemde, batı dünyası derin bir uykuda idi...

Müslümanlar..

Yani, İslam dünyası bu tarihte büyük bir cihat ruhuyla yürüyordu..

Ülkeden, ülkeye at koşturuyorlardı..

Fetih üzerine fetihler yapıyordu..

1453’teki İstanbul Konstantiniyye fethinden tutun da, 1683’lere kadar...

İspanya’yı ve Sırbistan’ı fetheden Devlet-i Âliye-yi Osmaniye...

Tüm fetihler, tevhit inancı bayrağıyla gerçekleşiyordu..

İslam bayrağı yüceliklerde dalgalandırıyordu...

Ama ne vakit ki Devlet-i Âliye-yi Osmaniye geriden geriye dönüş yapınca batı dünyası, derin uykusundan uyandı..

Kendini toparladı.

Ve bu kez, İslamiyet’in kazandığı coğrafyalar tek tek geri alınmaya başlandı.. 

Peki nasıl oldu da, eldeki topraklar geri alındı, Osmanlı çöküşe geçti?..

Neden, İslam dünyası, “gerileme” dönemine girdi?..

Çünkü o muhteşem “cihat ruhuna” devşirmeler pranga vurdu..

Osmanlının içine, “ajanlar, casuslar” sızmaya başladı...

Devletin mekanizmasını ele geçirdiler..

Münafık tıynetli Yahudi devşirmeler, Ermeni devşirmeler ve tabi ki yerli münafıklar “işbirliği” içerisine girip, Batı ve Batılın nam-ı hesabına, dünya menfaatleri doğrultusunda, Osmanlı’yı “baş aşağı” ettiler..

Osmanlı hızla kan kaybetti..

Ve batı dünyası Osmanlı’ya “Hasta adam” demeye başladı...

Öyle ya, içteki münafıklar üstlendikleri görevi başarıyla yerine getirmişlerdi..

Osmanlı “siyasi ve ekonomik” yönde ciddi manada, istikrarsızlaştırıldı..

Yekvücut olma halini kaybetti...

Batının böl-parçala ve yut politikasıyla, Osmanlı “24 devlete” bölündü...

Çünkü, “cihat” ruhu terk edilip, “ırkçılık” zehriyle zehirlendi!..

Ki o zehir hala “enjekte” ediliyor ve sürekli kan kaybettiriyor..

***

Dedik ya!...

İslam o büyük ecdadın “cihat ruhuyla” Viyana kıyılarına  dayandı..

Sırbistan’a ulaştı...

1453’ten tutun da, 17. Yüzyılın sonuna kadar...

İslam yer küresinin en büyük coğrafyasına sahip oldu..

Çünkü, bu tarihlerde devletin içerisinde “tefrika” yoktu..

Birlik ve dirlik vardı..

Ümmet şirai vardı..

Ordular ve mücahitler “Adiyat” suresinin 1, 2, 3, 4 ve 5’inci ayetlerinin derin ve kapsamlı manalarına sımsıkı sarılarak, İslam’ın gelişmesi ve büyümesi için at koşturuyorlardı.

***

Sevgili okurlar...

“Adiyat” suresinin birinci ayeti mealen şöyle..

“Soluk soluğa süratle koşan, (koşarken ayaklarını) vurarak tırnaklarıyla kıvılcımlar saçan, sabah erkenden baskın yapan ve orada tozu dumana katarak düşman topluluğunun içine dalan atlara yemin olsun...”

İşte, Cenab-ı Zülcelal Hak Teâlâ, bu ayetleri İslam dünyasına ders-i ibret olsun diye kıyamete dek, uyarıyor ve hatırlatıyor...

Haşa Kur’an silinmez.

* * *

Sevgili dostlar...

Cenab-ı Allah’ın ayette kast ettiği atlar “savaş atlarıdır..”

Çünkü, o tarihlerde savaşlarda top yoktu, tüfek yoktu, füze yoktu, konvansiyonel silahlar yoktu..

Bugünkü teknoloji yoktu...

Var olan; “at üzerinde savaşan kahraman mücahitlerdi..”

Kılıç vardı.

Allahû Teâlâ, o savaş atlarına yemin ediyor.

Hem de ayaklarını şiddetle yere vurup kıvılcım saçan nallarına yemin ediyor.

Sabahın erken vakitlerinde düşman topluluğunun içine dalan o atlara ve süvarilerine yemin ediyor.

***

Nitekim, Cenab-ı Allah o yeminin cevabı olarak aynı surenin 6. Ayetinde şöyle buyuruyor;

“İnsan, Rabbine karşı gerçekten çok nankördür.”

Nankörlük yapmadan evvel, o mücahit kahraman ecdadımızın cihadları sayesinde tüm dünyaya meydan okuyup, özellikle batı dünyasında Sırbistan ve Viyana’ya kadar at koşturmuşlarını iyi okumalıyız!.

Ne yazık ki, O kahramanların evlat ve ahfadı olarak bizler, bugün içerisinde bulunduğumuz yaşam ve koşullardan dolayı; “utanç duymamız lazım...”

Zira bugün, 15 milyon nüfuslu bir Yunanistan, bizi Doğu Akdeniz’de istemiyor, çıkarmaya çalışıyor...

Libya’yı ele geçirmek isteyen sosyalist, komünist, Rus kölesi olan, hatta tüm emperyalist dünyanın kölesi darbeci Hafter’e yardım ediyorlar.

Sözde dost dediğimiz devletler bunu yapıyor.

İşte bunlar hiçbir zaman dost olamamışlar ve olamazlar da.

Bu münasebetle Kur’an bizi uyarırken, ne yazık ki biz bir türlü derin uykudan uyanamıyoruz.

Damarlarımızı tıkayan gaflet uykusu, her gün bizi biraz daha bizi İslam’dan uzaklaştırıyor.

Hem de uzaklaştıkça uzaklaştırıyor.

Biz bir İslam ümmeti olarak kendimizi o büyük insan Resulullah (S.A.V)’in ümmetine intisap olmakla teselli ediyor isek de hal ve tavırlarımızla kendi kendimizi yalanlıyoruz.

Ve onun için de Cenab-ı Allah bizi geri teptikçe tepiyor.

Her nedense bilemiyorum?

***

Mevcut müesses nizam denilen tozlu, dumanlı, sisli bir dünya içinde kıvranıp duruyoruz...

Kendi kendimizi bir türlü gaflet uykusundan da uyandıramıyoruz.

Bu hal, gerçekten bizi daha çok büyük badirelere sürükleyebilir.

Çünkü, tefrika denilen “zehir” içimizden çıkmıyor.

Devşirme ajanlar, dün olduğu gibi bugün de hep kahraman kurtarıcı olarak tarih boyu bize yutturulmuştur...

Ne hazindir ki,  kıyamete dek de gösterilecek gibi geliyor bize.

Sadece lisanımızla kendimizi Müslümanlıkla makyajlıyor isek de o iman kalbe sirayet etmiyor?

Zira bu hal hiçbir zaman samimi bir Müslüman’a yakışmadığı gibi tam tersine münafıklıkla Kur’an bunu tel’in ediyor.

Özetlemek gerekiyorsa; kimse kusura bakmasın ama laikçiliği Fransa’dan ithal etmiş olan anlayış, hiçbir zaman İslam dünyasının dostu olmadığı gibi, Türkiye’nin hiçte dostu olmamıştır...

Velev ki Türkiye’nin içinde olsa bile!.

Zira laikçilik İslam’a terstir.

İslam dışı bir soysuzlaşmadır ve millete ihanettir.

***

Bakınız, sevgili dostlar.

Tarih kitaplarını iyi irdelemeliyiz...

Lakin, yalan söylemeyen tarih olmak kaydıyla, birçok yabancı yazar-çizerler kitaplarında, Türkiye’nin tarihini işlerken kaleme döktükleri cümleler aynen şöyledir.

“Laikçi bir anlayış, dinden uzaklaşmış bir anlayış demektir.

Ki onu milletine enjekte edenler, hiçbir zaman o milletin dostu olamazlar.

Kendileri dahi ne olduklarını fark etmiyorlar.

Yahudi dönme ve devşirmelerinin tavsiye ve diktaları üzerinde kalırlar.

Bu şekilde kendi kendini teselli edip, ben devlete, vatana, millete hayır, bereket, fazilet getiriyorum.

Çünkü laikim” diyor.

Oysaki makyajdan başka hiçbir şey yok.

Beyni boş.

Kalbi karanlık.

Gerçekleri duymayan kulaklar tıkanık.

Onun için yüce kitabımız diyor ki;

“Kel en’ami belhum adallû”

“Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapıktırlar..”

İşte bunu diyen, yüce kitaba sarılmamız ve o paralelde yürümemiz gerekir.

Aba ecdatlarımıza layık evlat ve torunlar olmamız lazım.

***

Türkiye’nin toplumsal günlük hayat akışlarına bakıldığında, inanın sevgili dostlar, manzara insanları ürkütüyor ve derinden derine düşündürüyor.

Bilenler bilir.

“Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna bile az..”

Bu vecize sözle  yola çıkarsak...

Allah’ın her günü kadın sokağın ortasında öldürülüyor.

Allah’ın her günü aile mefhumu çöküyor.

Allah’ın her günü ekonomiksel sıkıntı ve faizle “fakrü zaruret” artmaktadır...

Zina- fuhuş…

Hırsızlık…

Rüşvet…

Tefecilik..

Denir ya, gırtlağa kadar dayanmış..

Hele hele şu bizim adalet mekanizmamıza bakıldığında; tam bir travmatik hal içeriyor...

Cumhurbaşkanımızdan Allah razı olsun, zaman zaman imalı yollarla da olsa açıkça da olsa, yaşanan çarpıklıkları dile getiriyor..

Toplumu aynı minvalde de uyarıyor.

Yargının, hukukun üçüncü sacayağı durumunda olan savunma erki... Yani Avukatlık mesleğini icra eden avukatlar!.

Hiç kuşkusuz ki, avukatlık mesleği hakkı ve hakkaniyeti savundukça çok kutsal bir meslek diye kabul edilebilinir?. 

Ama gel gör ki batılın hakka galebe çalması gibi, hakkı tabiri caizse ayaklar altına alıp çiğneyen avukatlara...

Avukatlık mesleğini kişisel rant sektörü haline dönüştürenlere..

Ne denir bilmem..

Ama, insan bunları görünce vicdanen titriyor.

Elbette ki, çok izzetli, namuslu, genç avukatlarımız var.

Mesleğini laikiyle yerine getiriyorlar..

Ancak, korkum odur ki, Türkiye bir gün bu güzel potansiyeli de kaybedebilir..

İşte o zaman vay bu ülkenin haline!

Adalet Bakanı Sayın Gül, geçmişlerine yakışır bir şekilde Adalete sımsıkı sarılıp, onu yeniden ihya etme için harekete geçmesi lazım.

Bu itibarla başlık olarak kullandığımız merhum Mehmet Akif Ersoy’un güzel mısraısını tekrarlıyoruz.

“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”

İşte bu tefrika başta Türkiye olmak üzere İslam dünyasının içine girmesi, her şeyi kökünden anlatıyor.

Yeter ki biz, bizi anlayabilelim…

En derin saygı ve sevgilerimle.