HÜRRİYET YA İMANIN YA DA KÜFRÜN ÖZELLİKLERİNDEN BİRİDİR?!

Evet sevgili okurlar!

Bilindiği üzere çağdaş muasır medeniyet seviyesine tırmanan küresel dünyada yaşanmakta olan “insanlık dramı” had safhasına ulaşmış durumda.

Her ne kadar demokrasi, insan temel hak ve özgürlükleri, mutlak hürriyet kavramları kullanılıyor ise de....

Ve yasalara yerleştiriliyorsa.. Hukuksal gerçeklere dayandırılıyor diye naralar atılıyorsa da, ne var ki olayın içine bakıldığında hiçte hürriyet ve özgürlüğün varlığı söz konusu değil..

Bilakis, zulüm, işkence, temel insan hak ve özgürlüklerine aykırı, antidemokratik mezalimler var!…

Güçlünün güçsüze hükümranlığı hakim... Güçlü daima güçsüzü sömürerek kanını emiyor olması elbette ki “insanlık dünyasında” büyük çelişkilere neden oluyor.

Oysa ki özgürlük denilen “Hürriyet”  ve İnsan Temel Hak ve özgürlüğü veyahut bugünkü deyimle demokratik haklar, bunlar tamamıyla “imanın ve inancın” hassalarındandır, özelliklerindendir, olmazsa olmazlarındandır.

İman noktai nazarında toplumsal bir hal yaşandığı zaman hürriyet yüce Allah tarafından insanlara bahşedilmiş bir hakikatler mefhumudur...

Kimse onu çiğneyemez ve kimsenin elinden o hak alınamaz!...

Lakin, madalyonun diğer yüzüne bakıldığında, “hürriyet” imanla pek bütünleşmiş değil.. Hiç kuşkusuz ki, iman özelliğini yitiren hürriyetler de, küfrün ve mezalimin hassalarındandır, özelliklerindendir ve o daima zorbalığı simgeler...

Acımasızdır, sınırsız güç kullanarak, “hürriyeti, özgürlüğü,” altüst eder...

Ne telaffuza, ne konuşmaya ve ne de hürriyette “abı hayat” tanır?

Her ne kadar, yaldızlı ifadeleriyle hürriyet, özgürlük, demokrasiden dem vursa da, heyhat  hakikatten çok uzak..

İşte bugünkü küresel dünyanın yaşamakta olduğu hal, hürriyetin bu ikinci halini yaşatmaktadır...

Çünkü, konu ettiğimiz birinci hal, yani “imanın hassası” olarak bilinen hürriyeti, ne yazık ki yeryüzünde bulamazsınız.

Bulunsa da, batı dünyası hemen “harekete” geçerek, yok edilmesi, politize, dejenere etme adına “operasyon” çekmeye başlar...

Özellikle, “İslamafobi” diyerek İslam’a kara leke yapıştırır ve zorbalığı ile suçlama getirerek, “algı” geliştirir...

Nitekim tarihte örnekleri çok...

Ki Batı’nın bu sinsi fikriyatı, bugüne yönelik değil, ta Osmanlı’nın son iki yüzyılından günümüze kadar, oluşa gelendir..

Batılılar  hep bunu İslam dünyasına dayatarak, uygulamaya sokmuşlardır...

Toplumların “zihin kodlarıyla” oynarlar...

Demokrasi, hürriyet, insan temel hak ve özgürlükleri, eşitlik, bağımsızlık gibi kavramları kullanarak, toplumların “içerisine” sızıp yer edinirler..

Tıpkı, ağacın içerisindeki kurtlar gibi vücut bulurlar..

Sonra, tüm kavramları “yok sayarak”, toplumu içten kemirip çökertirler

Her şey “iç ihanetle” kendini idame etmeye başlar..

İşte hal-i alem orta yerde cereyan ediyor.. Ki Emperyalist haçlı batı dünyasının İslam dünyası üzerinde uyguladıkları mezalim zaten kendini ele veriyor.

Osmanlı’nın son yıllarını hatırlarsak, “ırkçı ve şöven” bir anlayış körüklendi... Osmanlı’nın o “iman meşaleli” hürriyet anlayışı, ortadan kaldırıldı.. Neticede, toplumun arasından “zorbalık ve mezalimler” fışkırmaya başladı...

Bakınız Üstad Bediüzzaman hazretleri Osmanlı dönemindeki hürriyeti şöyle tarif ediyor:

“Evet!

Osmanlıların hürriyeti koca Asya kıt’asının tal’inin keşşafidir (açıklayıcısıdır, aydınlatılmasıdır)

İslamiyet’in bahtının da miftahıdır ve anahtarıdır…

İşte hal böyle olunca ittihadı İslam yani İslam birliği, hürriyetin suru olduğu gibi, temeli ve dayanak noktası olur...

Batı emperyalizmine dayalı hürriyet, özgürlükler, tümüyle istibdaddır, İslam dünyası üzerine kurulan mekir ve hileli oyunlardır.”

Demokrasi memokrasi lafta kalır.

Bakınız sevgili dostlar!

Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han’ın, 1908’deki Meşrutiyet hesabıyla, iktidarını kurarken yani eski Padişahlık sözünün geçerliliği değil, millete ve demokrasiye dayalı bir rejimi gerçekleştirirken, özellikle dış mihrakların, Fransız, İngilizler ve içimizdeki onlara bağlı ittihatçıların dayatmalarıyla Meşrutiyetin anayasasına şu dört kavram konulmuştu.

“Hürriyet, uhuvvet, adalet ve musevat”

Yani “Özgürlük, demokrasi, kardeşlik, adalet ve eşitlik” gibi kavramlar anayasaya yerleştirildi...

Aslında Yahudi’nin sloganı olarak sadece kelime cambazlığından ibaret olan “Hürriyet, uhuvvet, musevat” olarak geçerken,  sonra da Fransızların direktifleriyle “Adalet” kavramı da ilave edilmiş ve dört kavram olarak yer almıştı!

Zira bu dört kavramın en önemlisi de “Adalet” olarak benimsetilmişti...

Ancak kısa süre sonra, “kep düştü, kel göründü” misali, bu dört kavramın “nasılda” yıkıcı unsur olarak, kullanıldığı ortaya çıktı..

Çünkü, Sultan Abdülhamid’in Anayasasına konulan ve herkesin kullanabileceği bu ifadelerin hedefi ve stratejisi Osmanlı bünyesinde yaşayan çeşitli etnik kimliklere sahip insanlar arasında “eşitsizliği” hissettirmekti...

600 yıldan beri iç içe yaşayan değişik kavimlere sahip Osmanlı’da kısa sürede, “eşit bir kimliğe sahip” olunmadığı algısı geliştirildi...

Ve nitekim, devlete karşı “isyanlar” başlatıldı, Padişah “ayrıştırıcı” düşünce üreten konumuna getirildi...

Etnik kimliklere sahip topluluklar, devlete ve padişaha karşı “asilik” göstermeye başladı..

Ki padişah ve devlet zor durumda kaldı...

Nitekim her kafadan bir ses çıkmaya başladı...

Ve büyük bir gizlilik içerisinde İttihat Terakki Partisi kuruldu...

Bu partinin kurucularının başında da, Jön Türklerin baş temsilcisi olarak bilinen Mithat Paşa geliyordu...

Mithat Paşa ise Selanik Yahudi dönmelerinden olup, kendini Türk olarak gösterip isim değiştirmişti..

Osmanlı bünyesinde yetkili bir subay olarak kendini geliştirmişti…

Oysa ki Mason localarının kurucularından birisi olmakla beraber, devleti yani Osmanlı’yı ve Sultan Abdülhamid’i tahttan indirebilme “emir ve komutasıyla” hareket eden biriydi..

Hatta “Ebul Ehrar (Hürriyet varlıklarının babası” olarak nitelendirilmiş olmakla beraber bir yandan İngilizlere ajanlık yapmış, bir yandan da Ruslara ajanlık yapmıştır…

Evet!

Hatta rivayetlere göre o kadar rol oynamış ki, Sultan Abdülhamid dahi tahta gelmeden evvel, daha genç subay olarak orduda büyüyen Mithat Paşa, sırayla önce Sultan Abdülhamid’in abisi olan Abdülaziz’i öldürtmüş, sonra da büyük abisi Beşinci Murat’ı öldürtmüştür.

Bu şaibeyle bilinen böyle bir hain Paşa, meğer ki Paşa değilmiş, emperyalist haçlıların maşasıymış…

Bu hengamede Sultan Abdülhamid, amca ve ağabeyden sonra Saltanat tahtına oturmuş ve defalarca buna suikast hazırlatmış ise de başaramamışlardır...

Ama ne var ki İttihat Terakki Parti’nin kurulmasıyla, dış mihraklarla işbirliği yaparak hedefine ulaşmışlardır..

Yani Sultan Abdülhamid’i 1909’da alaşağı etmiş ve Devleti Aliye Osmaniye böylece 11 yıl içerisinde yani 1909 ile 1920 arasında uzun ömürlü bir devlet yok olup gitmiştir.

Netice itibariyle şöyle düşünmemiz gerekir.

Garb dünyasının yani Batı dünyasının yıllardan beri İslam varlığını içine sindiremeyen ve bir türlü İslam gücünü de yenemeyen bu kirli emperyalist anlayış çok değişik projelerle Osmanlı’yı ve Hilafeti İslamiyeyi yeryüzünden sildirebilmiştir.

Bugünkü mevcut Türkiye’nin durumunu o günlerin bir uzantısı olarak düşünmemek elde değil.

Zira “Görünen köy kılavuz istemez” misaliyle yola çıkarsak 1923’ten 1950’lere kadar yani Cumhuriyetin kuruluşu ile başlayan devlet biçimlendirilmesi “Cumhuriyet” olarak nitelendirilmişse de bu müesses nizamla Türkiye insanı bir türlü birbiriyle imtizaç sağlayamamıştır.

Yani uzlaşma söz konusu olmamıştır.

Devletin bünyesinde milletle kavga, kan, terör, şeflik ve dipçik devri başlamış ve devlet bir türlü iki yakasını bir araya getirememiştir...

Terör ise bir türlü kökten sildirilememiştir.

İşte bu hal gerçekten düşündürücüdür…

Öyle ümitvarız ki Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığında Türkiye artık o gömleği atacaktır...

Yepyeni lekesiz bir gömlekle, milletle gerçek barışı, gerçek kardeşliği yaşatacaktır, ümidi içerisindeyiz!…

En derin sevgi ve saygılarımla…