Görüş Bildir

MEŞRUTİYET Mİ, CUMHURİYET Mİ, DEMOKRASİ Mİ..!!?

Evet sevgili okurlar!

“Masa, Kasa ve Nisa” başlıklı iki günlük yazımızı bugün sonlandırıyoruz...

Bugünkü yazımıza ise, “Meşrutiyet mi, Cumhuriyet mi, Demokrasi mi” ifadesini başlık olarak kullanıyoruz..

Türkiye geçmişine yönelik bin yıllık bir devlet olmasına rağmen, ki bunun sadece 624 senesinde, Osmanlı hükümran oldu.. Bu evrede, ne meşrutiyet vardı, ne cumhuriyet vardı ne de demokrasi denilen bir kavramın, varlığı vardı?.

Mutlak bir inanç, ümmetçilik hakimiyeti devletin bünyesinde yaşıyordu.

Yani devletle millet el eleydi.. Millet devletine güveniyordu, devlet de milletini himaye ediyordu..

Yönetimlerde  “milletin hizmetinde” idi...

O günkü devlet ricallerinin yani siyasetçilerinin hedefinde ne masa vardı, ne kasa vardı, ne de nisa anlayışı vardı...

Zaten “siyasi bir otorite” yoktu.

Ümmet anlayışı hakimiyetiyle gelen-giden padişahlar devlet mekanizmasını adli ilahi olan Şeriatı garrayi ahmediye’nin hükümleri doğrultusunda, yürütüyorlardı.. Ki bu da aşikardı...

Nitekim adli mercilerde, toplumun günlük hayat akışında, helale dayalı, haram katmadan mutlak bir uygulama vardı.. Ve buna da mutlakiyet deniliyordu.

Yani padişahın fermanına bağlıydı her şey…

Padişahın fermanı da rastgele “ferdi” bir ferman olamazdı?

Kendiliğinden padişahın yapay uygulamaları söz konusu değildi.. Çıkarılan, uygulanan tüm fermanlar, illa ki Kur’an ve hadise dayalıydı.

Adaletin uygulamaları fıkhi meseleleri anlatan Mecelle kitabına dayalıydı.

Ama gerçekten devlet oldukça her gün biraz daha büyüyor ve yayılıyordu..

Beşeriyeti silah ve kılıç zoruyla mağlup edip kendi taraflarına çekme gayreti söz konusu değildi.

İslam’ın hükümlerini tüm beşeriyete ikna yoluyla götürüp, fütuhat üstüne fütuhat yapıyordu.

Yola gelmeyen, İslamiyet hükümlerine karşı zıtlaşanlara da kesinlikle gereğini yapıyorlardı.

İşte bu yönetim anlayışı, Osmanlıyı 624 yıl hükümran kıldı...

Osmanlı’nın son padişahlarından olan Ulu Hakan Sultan Abdülhamid dönemi de 33 yıl sürdü..

Ama adilane bir biçimde...

Yıldız Sarayı’nda millet yönetiliyordu

Yani Hilafet-i İslamiyeydi ve şarktan garbe kadar hükümran olan bir devlet hakimiyeti söz konusuydu...

Çin Seddinden Adriyatik denizine kadar uzanan bir hükümranlık vardı...

Lakin, kültürümüze mal olmuş, tarihi bir slogan var..

Hani diyorlar ya: “Besle kargayı oysun gözünü..”

İşte bu vecize sözle yola çıkarsak..

Ne yazık ki, Padişah devlet gücüne güvendiği için devletin bünyesinde yetiştirilen Selanik Yahudi dönmeleri ve Ermeni unsurlar ile içteki yerli münafık tinetli ırkçılık, kavmiyetçilik unsuruna bağlı insanlar, Yıldız Sarayı’na “Danışman” olarak sızdırıldı...

Epey de sürdü bu “sızma ve itibar” kazanma planı.. Ve nihayetinde; “yönetimde” söz sahibi oldular…

Netice itibariyle 1890’lı yıllardan itibaren, bu dönmeler, yani karga hıyanetinin unsurları, Mutlakiyeti Meşrutiyete dönüştürüp harekete geçtiler...

Padişahı, yani  Sultan Abdülhamid’i saf dışı bırakmak üzere, Yıldız Sarayında, “Batılılaşma, Demokrasi” gibi kavramlar kullanılarak, her; bir alanı ele geçirmeyi başardılar..

Ta ki, enva-i türlü entrikalarla  Sultan Abdulhamit’e “Meşrutiyeti” kabul ettirene kadar...

Selanik dönmeleri ve Ermeni unsurlardan oluşan bir heyet, “Meşrutiyeti” devreye soktular...

 Oysa ki, gaye “Meşrutiyet” değil, o ad altında “darbe” yapmaktı..

İşte bu darbe girişiminin başında da Enver Paşa, Mithat Paşa ve Cemal Paşa Vardı...

Organize edilen darbe planında, bir komplo teorisi üretilerek “Meşrutiyette karşı, Şeriatı isterük” sloganları atılmaya başlandı...

Sözde Sultan Abdülhamid gizliden gizliye “bir terör oluşumu” içerisinde olduğu, havası estirilmeye başlandı..

Ve nihayet 1909’da aynı o Yıldız Sarayı’ndaki dönmeler ve yerli hainlerin işbirliğiyle Sultan Abdülhamid tahtan indirildi...

İlginçtir, Sulta Abdulmahid'e "Seni millet azletti" denilerek, hazırlanan sözde azilnameyi de, Selanik Yahudi Dönmesi Emanuel Karasu kendi eliyle, sunuyor...

Yerine sembolik olarak kardeşi Sultan Reşad’ı saltanat makamına oturttular...

Beceriksiz, bilgisiz ve kültürsüz olan Sultan Reşat’ta onların istediği şekilde, 9 yıl gibi bir süre devletin başında bulundu..

Ama bir kukla olarak..

Neticede, Sultan Reşad, 1918’de vefat etti.

Yerine Sultan Vahdettin geldi.

Ama hakim olan anlayış, darbeci ittihatçıların anlayışıydı..

O anlayışın müteşebbislerinden çoğu da Yahudi kökenliydi…

Selanik Yahudilerinden…

500 sene evvel İspanya’dan, Selanek’e göç edenlerdi..

Bu dönmeler, tebdili kıyafet yaparak, kimlik değiştirerek Osmanlı’nın, devletin bünyesine yerleşerek, palazlandılar..

Ahiliye şu havayı estirdiler, yenilik, yeni bir devlet anlayışı, demokrasi, özgürlük, eşitlik gibi “kavramlar” kullanmaya başladılar..

Ve böylece bir oluşumu, iktidar ettiler...

Ne var ki, “devletin başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmedi” gerçeğiyle; Devlet tar-ü mar edildi..

Önce, 1912 ile 1913’lü yıllarda, devletin başına Balkan Savaşlarını çökerttiler...

Ondan sonra devlet, hiç alakası olmayan Birinci Dünya Savaşı’na sokuldu...

Ve bu savaş, Osmanlı’nın tabiri caizse ölümü oldu..

Savaştan yenik çıktı, Osmanlı Devleti yok olup gitti.

Sadece bir resim kaldı..

İsim kaldıysa da Mutlakiyet yok edildi.. Ne vardı, meşrutiyet vardı, yani demokrasi(!) vardı…

Yani yeni deyimle Meşrutiyet = Demokrasi..

Ve demokrasi dedikleri nesne elbette ki liberal demokrasiydi.

Sermayeye dayalı demokrasi de bir fayda vermedi, nihayet devlet 11 yıl içerisinde yani 1909’dan 1920’lere kadar dayanabildiyse de ama heyhat!

O devletin ruhuna Fatiha okundu, batılılar tarafından “Hasta Adam” adı takıldı.

Netice itibariyle başınızı ağırtmayalım…

Sözün kısası Meşrutiyet de gitti yerine Cumhuriyet geldi.

1923’ten 1950’lere kadar Cumhuriyet, Cumhuriyet Halk Partisi’nin hegemonyasına girdi.

Ama bu süreç içerisinde, inkar ve asimilasyon dönemi başladı...

Devletle millet birbirine girdi..

Katliamlar başladı..

Devletin baskıcı hükümranları, “cumhursuz Cumhuriyeti” toplumun üzerine demoklesin kılıcı gibi hep salladı.

Asılan asıldı, kesilen kesildi, tek söz her ne kadar adı Cumhuriyet ise de müstebit bir Mutlakiyet vardı, yani tek parti dönemiydi.

Şeflik ve dipçik söz konusuydu.

Nihayettinde, 1950’de Demokrat Parti kurulduysa da, o da şekliydi...

Tıpkı, İttihat Terakki Cemiyeti’nin bir uzantısı olarak devam eden devlet politikası ne yazık ki Demokrat Partiyi de bünyesinde barındırmadı.

Irkçılığa, Turancılığa dayalı müstebit bir siyaset hakimiyetiyle onu da alt etti.

Her ne kadar 1950’den sonra Çoğulcu Demokratik Parlamenter sistemine geçildiyse de, söz darbecilerindi.

Yani 1909’da darbe yoluyla kurulan İttihatçıların uzantısı “söz sahibi” idi...

Ve  o uzantı nasıl ki Sultan Abdülhamid’i devirdi, 624 yıllık koca bir devlet yok edip “al aşağı “ettiyse!...

Aynı o zihniyet 1960’ta yeni bir darbeyle biri Başbakan olmak üzere iki tane de Bakan’ı devirip astı.

İşte başta dedik ya..

Astıklarını astılar, kestiklerini kestiler ve herkesin yaptıkları yanına kar kaldı.

Hala da AK Parti’nin yani Cumhurbaşkanı sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın başında bulunduğu bir Türkiye’ye rağmen, devlet bünyesinde gizlenen o fesat anlayış, kendini idame ediyor...

İşte “Vatan Partisi...”  Bu partinin bir megalosu var, gizliden gizliye terör odaklarıyla işbirliği içinde...

Onun yanı sıra her ne kadar birbiriyle ters düşüyorsa da MHP vardır ve liderinin rastgele konuşmaları vardır.

Velhasıl, demokrasiyi kıskaca almışlar kimseye geçit vermek istemiyorlar...

En derin sevgi ve saygılarımla…


Bu Makale 1272 kere okunmuştur.