SİYASAL VE TOPLUMSAL YOZLAŞMA!?

Evet, sevgili okurlar.

“Siyasal ve toplumsal yozlaşma” başlıklı bugünkü yazımız, ülkemizdeki yaşanmakta olan antidemokratik, hukuk dışı, keyfiliğe ve ceberuti hallere dayalı bazı uygulamalarla ilgilidir.

Elbette ki bu tür olumsuzlukları, yalnız iktidara yüklemek, iktidar yetkililerine suçlama getirmek bize göre yanlıştır ve abesle iştigaldir.

Zira müesses nizam denilen mevcut sisteme dayalı rejimin dayatmaları, günümüze münhasır değil.

Nerdeyse yüzyıldan beri uygulana gelmektedir?...

Ki “gelen gideni aratıyor” misaliyle yola çıkarsak, hangi parti iktidara gelmişse 1923’lerden beri kurulan sistemin getirdiklerine dayanıyorlar...

Beğenmedikleri halde o iktidar, o sistemin ne kadar yanlış olduğunu, bayat olduğunu itiraf etmesine rağmen,  yine de “sistemin” paralelinde, yürüyor..

Uygulamalar mevcut sistemin rotasında gidiyor..

Korkuları da, “rejim bizi alaşağı eder veyahut darbeler gelir” diye düşünüyorlar.

Çok iyi biliyorlar ki uyguladıkları yasaların çoğu, hukuksal gerçeğe dayanmıyor.

Hepsi, tek parti şeflik ve dipçik döneminin mahsulüdür.

İlla ki iktidara gelmek için milleti kandırıp, oylarını toplayıp iktidarı ele geçirdikten sonra, bakıyorsun ki o iktidar, 90 derece dönmüş? “Hadi eyvallah, sen sana, ben bana...”

Yani, “gel keyfim gel” manasını taşıyan hal ve hareketler, anlayış ve felsefeler, siyasi iradeler, gerçekten geleceğimize yönelik pek parlak sonuç vermiş değiller!...

Hiç kuşkusuz ki, devletin kamu kurum ve kuruluşlarındaki uygulamalar, her yönüyle hukukun üstünlüğüne dayanmalıdır.

Darbecilerin veya 1935’lere kadar, hatta 1950’lere kadar getirilen tek parti keyfiliğine dayalı yasalara dayanmamalıdır..

Çünkü, hiçbiri hukuksal değildir.

Eğer hukuksal olmuş olsaydı, 1934’te Bakanlar Kurulunun kararıyla Ayasofya Camii ibadete kapatılıp, müzeye çevrilmezdi.?

Böylesine bir uygulamanın hukuksal yönü var mıdır acaba?

Veyahut hangi hukuksal yönü vardır?

Karşımıza kocaman bir “hiç” çıkmaktadır.

Bakanlar kurulunun hukuki bir dayanağı olmuş olsaydı; 86 yıl sonra bir ehl-i insafın Ayasofya Camiinin müzeye çevrilmesini şikâyet edip dava konusu edilmezdi?

Danıştay 10. Dairesinin hakimleri ittifakla eski Bakanlar Kurulu kararını reddetmeyip yeni bir karar almayacaklardı.?

Ama aldılar..

O günün Bakanlar Kurulunun kararını iptal etti.

Bu bir mikyastır.

Bu bir ölçüdür.

Aklıselim olan her vicdan sahibi, bu tür uygulamaları baz alarak 1909’lardan, İttihat Terakki Partisinin kuruluşundan günümüze dek gelen giden hükümetler, özellikle muhafazakâr geçinen hükümetler; “hassasiyet” içerisinde olmaları lazımdı...

 İslam dininin istismarına girmeden sapasağlam, toplumsal ve siyasal çürümüşlüğe sapmadan dosdoğru bir yol çizeceklerdi?

Ve böylece toplum; tarihinden, coğrafyasından, gelenek ve göreneklerden, eğitiminden, ahlakından sıyrılmayacaktı.

Gençlik, yüce İslam dininin gerçeğinden uzaklaştırılmayacaktı.

Ama toplum tümüyle uzaklaştırıldı.

İslam’la toplumun arasına adeta bir set çekildi.

İslam, o setin arkasında kaldı.

Millet, setin öbür tarafına mahkum edildi...

Büyük bir infiale, büyük bir çekişmeye, büyük bir kavgaya neden oldu?

Yıllardan beri terör odaklarından kendini kurtaramayan Türkiye’mizin hali pür melali, mevcut yukarıda anlattığımız hem antidemokratik sistemin, hem de dış mihrakların hegemonyaları altında kurulan düzenin varlığındandır.

Çürümüşlüğe yüz tutan böyle bir düzenin; hiçbir zaman kendini hukuktan, hakkaniyetten, demokrasiden, adaletten bahsedemeyeceğine inanıyoruz.

Devletlerin varlığı, güçlenmesi, yeryüzünde hâkimiyeti elinde tutma imkânlarının sağlanması, kesinlikle ama kesinlikle milletin bağlı bulunduğu dini inançlarıyla mümkündür?

Toplumun inancıyla ters düşmeyle değil!…

Batılı patronların veyahut Siyonist İsrail ajanlarının direktif ve talimatıyla, plan ve projeleriyle kurulan bu sistem, insanlarımıza yarar getirmemiştir, getirmiyor ve getiremez de!.

* * *

Bakınız, sevgili dostlar.

Bir devletin büyümesi için, Osmanlının ilk dönemlerindeki devlet büyüklerinin ümmete ve kendi toplumlarına yaptıkları vasiyetler, nasihatler ve uygulamaların uygulanması için verdikleri dersler orta yerdedir.

Örneğin; Osmanlıyı kuran ilk devlet büyükleri şöyle vasiyetlerde bulunmuşlar.

“Sakın!.. Toplumda İslam’a uygun olmayan, toplumun örf, adet, gelenek ve göreneklerinin kaldıramayacağı hurafe ve bid’alarından uzak durun.

Hurafeci, bid’akar, riyakâr insanlardan da kaçınınız.

Ve hatta gerekirse meşru yollarla onlarla mücadele ediniz...”

İşte bakınız, bu söylediklerimin baş uygulayıcılarından birisi Fatih Sultan Mehmet’tir.

O büyük Sultan, o genç yaşlarında şöyle bir vasiyette bulunuyor?.

Kime?

Ondan sonra gelenlere bulunuyor.

Yazılı vasiyeti şöyle;

“Canibi-el bida’a ve ehleha”

“Devlet yönetiminde yaptığınız uygulamalar, bid’a ve bid’acılardan uzak durun.”

Hatta devlet büyükleri olarak, sorumlu kişiler olarak onların etrafında yalakalık yapıp, yanlış yollara sürükleyenlerden de uzak durun.

Böyle olunca devlet sapasağlam kalır.

Osmanlının ilk çağlarında, “hassasiyet” yüksekti!..

Ancak Osmanlının son dönemlerinde; tersi bir durum” hakimiyet kazandı...

Bid’alar, hurafeler, hukuk dışı, antidemokratik uygulamalar, yayılmaya yüz tuttu..

Tabiri caizse, hangi taşı kaldırırsanız, o taşın altına gizlenmiş bid’alar ve sahipleri çıktı..

Bu vahim tablo, toplumun tüm günlük hayat akışlarını ilgilendiren kesimlere kadar uzanmaktadır!.

Cenaze namazlarından tutun da, taziyelere kadar.

Evlenme arasındaki uygulanmakta olan düğün oyunlarına kadar.

Ziyafetlere kadar.

Mevlit okuyup yemek vermelerine kadar…

Tarikat tasavvufunun topladıkları cahil, cühela müritlere kadar.

Yani ne kadar bu tür şeyler varsa, ilk Osmanlı dönemindekiler bunu bünyelerinden uzaklaştırmışlar, hurafeleri yasaklamışlardır.

Devleti daima küçük düşürmekten çekinmişler.

Devleti, bayrağıyla beraber üstün seviyede tutmuşlar.

Tüm bunları dile getirirken, mevcut sistem, gelen giden siyasal iktidarlar ne yazık ki İslam kılığına bürünerek halkı çok güzel bir şekilde geçici de olsa kandırabilmişler, inandırabilmişler.

Ama sonradan dirsekler çevrilmiş, halk “ah, of” diyorsa da elbette ki seçim ve sandıkları bekliyordur.

O güne dek elden bir şey gelmiyor tabi.

Ancak fitne unsurlarının 10 yılda bir meşru hükümetleri, devletleri darbelerle alaşağı edip, kendine hayatiyet sağlamışsa da ömürleri uzun sürmemiştir...

15 Temmuz gibi FETÖ’nün başarısız kanlı darbesi lanetlenmiştir.

Halk tarafından tükürükleriyle boğulmuşlardır.

Tavsiyemiz burada; toplumumuzun eski dönemlerindeki aba ecdatlarının terbiyesiyle terbiyelenmek ve oradaki gelenekler ne ise o geleneklerle toplumu yaşatmak, yeni nesile filizlendirmek gerekiyor.

Yoksa çaresizlikler içerisinde kıvranıp durmaktan başka bir halimiz kalmaz.

En derin saygı ve sevgilerimle..