ZAMAN GÖSTERDİ Kİ CENNET UCUZ DEĞİL, CEHENNEM DE LÜZUMSUZ DEĞİL!? (II)

Evet, sevgili okurlar.

Dünkü yazımızın başında mübarek Miraç Kandili gecesiyle ilgili kutlama ve tebriklerimizi tüm İslam dünyası ve siz değerli okurlarımızla paylaşmıştık.

İnanıyorum ki dün gece inanan her Müslüman, gecesini mutlaka ibadetle, duayla, Kur’an okumayla geçirmiştir..

Ki öyle de, temenni ediyorum.

Yazımızın ana hedefi, temel konusu, gerçek kaidesi toplumlarda zalimlere gereken cezayı Allah verir, mazlumu da zalimlerin şerrinden yine Allah korur..

Çünkü, Allah’ın değişmez hükümleridir..

Dün bu minvalde, sohbetimizi derinleştirmiştik..

Bediüzzaman Hazretlerinin kaleminden şu ifadeyi aktarmıştık size...

 “Zaman gösterdi ki cennet ucuz değil, cehennem de lüzumsuz değil.

Zalimler için yaşasın cehennem!..”

İşte bu tarihsel vecize sözden dün olduğu gibi bugün de yola çıkarak,  Mirac-ı Nebevinin yüceliğini, hasb-i hal edelim...

İslam dünyasına Allah nezdinden gelmiş bulunan en büyük hediyelerden birisi, hiç kuşkusuz ki Namazdır...

Namazı da emreden Mirac-ı Nebevi’dir..

Bugün Namazın önemine odaklanalım...

Ve tabi ki İslam’daki yeri ve kıymeti nedir?

İrdeleyerek, detaylı bir şekilde Mirac-ı Nebevi’yi sizinle paylaşmak istiyorum.

Bakınız, sevgili okurlar.

Böylesi gecelerde, elbette ki İslam’ın temel kaidelerini Resulullah (S.A.V) Efendimizin yaşamından ve yaptıklarından yola çıkarak, öğreniyoruz..

Bu kutsal geceler, bilgilenme geceleridir..

Şöyle ki...

Nitekim, Kadir Gecesi olsun, Mirac gecesi olsun...

Ya da Ramazan-ı Şerif’in son on gecesi olsun...

Bayram geceleri olsun…

Veya da her ayın tekli geceleri olsun…

Bu gecelerin bazıları, Kur’an-ı Kerimde vurgulanarak anlatılıyor...

Yani, şayan-ı dikkattir.

Ancak, tüm bunlar İslam’ın ana hükümleri olan İtikad, Usul ve Kur’anın hüküm ayetlerinin yanında, füruat olarak kalmaktadır..

Tek kelimeyle ifade edilmesi gerekiyorsa;

İslam’ın ana kaynakları, yani yüce Kur’anın temel hükümlerinin hâkim olmadığı bir ülkede, bir ümmetin içinde böylesine füruata sarılma, sadece İslamiyeti bundan ibaretmiş gibi göstermek bize göre yanlıştır...

Ki Allah nezdinde makbuliyeti de geçersizdir.

Zira İslam’da usul var, füru’ var.

Usulün bulunmadığı bir yerde füru’ geçerli olamaz.

Usulün hâkim olmadığı bir ümmetin içinde siyasal olarak, sosyolojik olarak Kur’an-ı Azim Şan’ın belirttiği ana hükümlerin hâkimiyeti, söz konusu değilse...

Varlığı ve yaşam tarzı toplumun içinde yaşanmıyorsa, füruata ne kadar sarılırsanız sarılın, pek geçerlilik arz etmez!...

Tabi bu da demektir ki, bunları bir bütünlük içerisinde terk edip yaşamamak demek değildir...

Sadece, bunları yaparken usule sarılman gerekiyor...

Kur’anın muhkem ayetlerini topluma enjekte etmen gerekiyor..

Toplumun her kesiminin yaşamasına imkân tanımak gerekir...

Ümmet olabilmenin yolunu açman lazım..

Ve; günlük hayat akışlarını bu paralelde, yürütmen gerekir..

Hayat akışı böyle olmalı..

O olmazsa, İslam’ın “İ” harfinden bile geçmiş sayılamayız.

 

 

***

 

Değerli okurlar..

Sizi tarihi gerçek bir vakıaya götürmek istiyorum...

Şöyle ki;

Bilindiği gibi İmam-ı Azam (R.A), büyük bir İslam fıkhına hâkim olan fıkıh ilminin bir müçtehidiydi.

Fıkıh dalında allameydi.

Yani, fıkhi anlamda Hanefi mezhebinin temel kaynağıydı İmam-ı Azam!..

Bakınız, Kûfe halkıyla yaşadığı bir olay şöyle gelişiyor..

-“Bir gün Kûfe ehli cemaatinin ileri gelenleri İmam-ı Azam (R.A)’ın ziyaretine giderek sohbet etmek istiyorlar.

Onun kabul buyurduğu cemaat kendisine şu soruyu yöneltiyor;

“Ey imam!

Kûfe’de çok sıcaklık var, gece uyuyamıyoruz, pireler bizi uyutmuyor.

Sabah bakıyoruz ki çamaşırlarımıza hep pire pisliği bulaşmıştır.

O pire pislikleriyle namaz kılınır mı kılınmaz mı?”

O yüce İmam, gülümseyerek şöyle cevap veriyor;

“Hele bakın!

Hz. Hüseyin’in kanını kendine konu etmeyen bir cehalet cemaati nasıl oluyor da pirenin kanından ve pisliğinden bahsediyor?

Yani pirenin kanı nerde?

Hz. Hüseyin’in kanı nerde?

Hz. Hüseyin’in kanı unutuluyor da pirenin pisliği unutulmuyor.

Bu füruattır.”

Bu şekilde çok güzel bir cevap veriyor.

Onun o cemaate karşı vermiş olduğu bu cevabı, bütün İslam dünyasına kıyamete dek temel amaç olmalıdır.

İslam’ın ana gerçeği, nereden ve nasıl yaşanması gereken bir ders-i ibret olmalıdır.

Peki, biz İmam-ı Azam’ın bu yaşanan hadisesini niye burada konu ettik?..

Şunun için...

Çünkü bakıyoruz ki toplum yekvücut olmasa bile büyük çoğunluğu böylesine gecelerin gündüzlerinde “Regaip Kandilin mübarek olsun, Mirac kandilin mübarek olsun, Cuma günün mübarek olsun, Bayramın mübarek olsun” deyip duruyoruz..

Olsun da olsun…

Hepsi zaten mübarektir ve mübarek olsun.

Buna itirazımız yok.

Amma velâkin İslam’ın ana gerçeği, ana hükümleri, yüce kitabımız Kur’an-ı Azim Şan’ın muhkem ayetleri ve uygulaması nerede, biz neredeyiz?

Bir ümmetin içinde milli irade olarak bunlar sergilenmiyorsa, böylesine fer’i konuların uygulaması bize göre Müslümanların bir garabeti olsa gerek!.

Bu itibarla diyoruz ki İslam bir bütündür...

Hükümleri bölünemez...

Kopmaz zincirin birer halkalarıdır..

Ki değiştiril1emez de...

Toplum 7’sinden 70’ine kadar bir bütünlük içerisinde o hükümlerin paralelinde, yaşamını idame etmelidir...

Topluma, bu kutsal değerler enjekte edilmelidir...

Eğer ki bunlar yapılmış olunsaydı, Mısır’daki Sisi’ler, Suudi Arabistan’daki Prens Salman’lar gibi oluşumlar meydana gelmezdi...

Ne yazık ki aksi istikamette gidiliyor..

Dedik ya, yüzeysel bakıyor ve yaşıyoruz...

İmandan ve itikaddan ibaret olan ümmetin milli iradesi saf dışı bırakılıyor...

Siyaset mezalimi hükümran olmaktadır...

Onun için hükmen ve manen de olsa Bediüzzaman Hazretlerinin bu ifadesi, önemlidir, anlamlıdır..

Yaşanan ve yaşatılanlar noktasında; bizleri uyarmaktadır..

Öyle inanıyoruz ki;

 “Cennet ucuz değil, cehennem de lüzumsuz değil” ifadesi kıyamete dek geçerliliğini koruyacaktır..

En derin saygı ve sevgilerimle...