Görüş Bildir

İSLAM DİNİ SİYASETE ALET EDİLEMEZ...! (II)

Evet sevgili okurlar!

Her zaman olduğu gibi bugünkü sohbetimizin de temel amacı ve ana hedefi İslam dininin hiçbir zaman siyasete alet edilemeyeceği gibi tam tersine siyasetin İslam’a hizmetkar olması gerektiğine yöneliktir.. Ki bunu bir çok kez burada vurgulamıştık. Ve uyarmıştık..

Bugün yine aynı minvalde, vurguluyor ve uyarıyoruz…

Yarın da....

Çünkü temel felsefemiz, ana stratejimiz Türkiye’nin ve İslam dünyasının asil sermayemiz olan İslam dininin ana kural ve kaidelerine uymasıdır, ona hizmet etmesidir…

Kişiler ve toplumlar, "kendi geleceklerini" yani makam ve mevki kazanımları için, İslam'ı kullanamazlar.. Alet edemezler… Onu kendilerine kalkan yapıp, "siyasi geleceklerini" temin etme adına, basamak olarak da kullanamaz…

Eğer ki, kullandığı takdirde ister birey olsun, ister toplum olsun, her ne olursa olsun İslam’a ihanet etmiş olur…

Onun için, siyaset İslam’a karşı boyun eğmelidir…

İslam’ın ana gerçeğine uymalıdır.

Eğer siyaset İslam’a hizmet etmezse o hiçbir zaman "dürüst bir siyaset" olamaz.

Ki o siyaset, milletin başına tam tersine felaket olur, nedamet getirir.

***

Zira Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin de vurguladığı gibi….

“Euzu billahi minaşşeyteni vesiyaseti” demesinin temelinde, "hakikat" vardır..

“Ben siyasetten ve şeytandan Allah’a sığınırım” demesi boşuna söylenmiş bir söz ve mana içermiyor..

Değer ve manası büyüktür..

Ne yazık ki, siyaset dünyası, özellikle Türkiye’de yıllardan beri çeşitli kaide ve kuralları kullanarak, tesettür başta olmak üzere muhafazakarlık ve dindarlık gibi kavramları ileri sürmüşlerdir…

Ama hiçbir zaman İslam’a hizmette bulunulmamışlardır…

Gelen giden hiçbir iktidar ne yazık ki, bu minvalde bir başarı da ortaya koyabilmiş değildir…

Ama o kutsal "İslam" ismi siyaset kulvarında, kullanılmak istenilmiştir…

Millet geçici olsa da "o siyasete" aldanmış ve destek vermiştir..

Ancak, hakikatin farkına varınca, o siyasetin çürük bir fikriyatın sahibi olduğunu anlayınca, elini-ayağını, desteğini çekmiştir…

Çünkü, millet herşeyin farkına varıp, uyanmıştır…

Kendine gelmiştir..

Yeri ve zamanı gelince de; gerekeni yapmıştır…

Ki yapmaya da devam edecektir diye düşünüyoruz.

***

Hiç tartışmasız, Yüce İslam dini gerek Türkiye’nin ve gerek tüm İslam dünyasının "omurga" kemiğidir.

Allah korusun o omurga kemiği istikametine zerre kadar halel geldiği zaman o vücut "felç" geçirir..

Hareket edemez…

Olduğu gibi yere çakılır ve vücut çürümeye başlar.. Ki kolay kolay kendini toparlayamaz…

**

Bilinen gerçek şudur; İslam’ın ana çizgilerinin olmazsa olmazı olan iki kavram vardır…

O da şu; Emr-i maruf, Nehl-i  Münker...

Yani güzel şeyleri uygulamak, yaratmak, tatbik etmek…  Kötü şeyleri de, yasaklamak, ortadan kaldırmak…

Bu iki kavram, İslam’ın ana omurgasıdır.

Müslüman bir ülkede eğer ki bunlar gerçekleştirilmediği takdirde seküler anlayış devreye girer…

Ve topluma, "seküler hayat" tatbik edilerek, enjekte edilmeye başlanılır…

Hal böyle olunca, o ülkede yüzde yüz İslamla bir zıtlaşma söz konusu olur.

Hani diyorlar ya “Görünen köy kılavuz istemez…”

Bu vecizeli sözle yola çıkarsak; gelen giden iktidarlar…

Özellikle de, kendilerine "muhafazakarlık" libası giydiren siyasi iktidarlar hep “İslam’ı savunuyoruz, İslam’dan yanayız, İslam’ı kendimize ve ailemize tatbik ediyoruz” demişlerdir…

Ama gün gelmiş, söyledikleriyle, uygulamaları tam bir tezat teşkil etmiştir..

Sağ gösterip, sol vurma misali…

Müesses nizamın kaide ve kuralları devreye sokulmuştur..  Ve bir anda batıla dayalı seküler hayat galip gelmiştir…

İslam'ı hayat, arka plana itilmiş ve görmezlikten gelinmeye başlanılmıştır...

Tıpkı, yaşanılan zaman dilimi gibi!…

***

Bu itibarla İslam’ın, yani toplumun omurgası durumunda olan İslam gerçeğine inanarak yaşanılıp, hayata uygulanılmadığı takdirde “Ben Müslümanım” demekle bir yere varılamaz. Ki Müslüman da olunamaz...

Her şey basmakalıp olur, sahtecilik söz konusu olur…

Boşluklar, zafiyetler oluşur.. Ki münafıklar silsilesi de hemen harekete geçer…

Tıpkı devri saadetteki nice İbn Bel’am’lar, ajanlar ve piyonların devreye girdiği gibi…

Çünkü, onlar İslam’a inanan milleti dahi hedefinden saptırmaya çalıştılar..

Oyun ve mekir, hilenin en dik alasını kullanarak, bunu yaptılar…

***

Sevgili okurlar..

Bakınız bu söylediklerimizi, teyit eden deneyimli Yazar Yusuf Kaplan, dünkü makalesinde, nelere vurgu yapmış?

Yazısından birkaç paragraf alalım.

Kaplan hocanın “Türkiye’nin Müslüman omurgası çökerse, Türkiye çöker!” başlıklı yazısının ana muhtevasından anlaşılan budur ki; İslam’ın temel dayanak noktası Emri maruftur, nehyün alil münkerdir.

Yani başta söylediğimiz gibi…

Kur’an-ı Kerim'de yer alan Ali İmran suresinin 103. Ve 104. Ayetlerin yüce mealidir..

Açıktır ve nettir.

Hatta 103. Ayette daha açıklayıcı bir hükmü var ki, şöyle der…

“Sımsıkı Allah’ın ipine sarılın, bölünmeyin, parçalanmayın, Allah’ın size vermiş olduğu nimetleri hatırlayın....”

Bu itibarla Yusuf Hoca’nın dediği gibi, “Türkiye’nin Müslüman Omurgası Çökerse Türkiye Çöker” sözü değerli olduğu gibi bizde diyoruz ki, yalnız Türkiye değil, tüm İslam dünyası çöker…

Ve nitekim, hal-i perişanlık orta yerde, kendini ifşa ediyor "İslam Dünyası çökmüş.."

***

Hep ifade ediyoruz…

Türkiye yıllardan beri, İslam omurgasına kendini dayandırmadığı için iki yakasını bir araya getiremiyor…

Terör başını almış gidiyor.

Kırk yıldan beri bunca dökülen masum ailelerin, şehitlerin, askerlerin, polisin kanları..

Toplumdaki travmatik hal...

Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle, ülkedeki tüm etkin kimlikler, batı ile doğu arasında giderek büyüyen "bölünme" fitnesi ne yazık ki, "kutuplaştırdıkça" kutuplaştırıyor…

Fitne unsurları "cirit" atıyor…

İslam dışı, Kur’an dışı eğitim sisteminin yetiştirdiği diplomalı cahil bir neslin "fitne" tuzaklarına düşürülmesi!…

Ki, bu "yıkıcı" yapı, giderek yayılmakta..

Hele hele bu diplomalı cehaletin varlığının, Büyük Millet Meclisi’ne dahi sirayet edici noktaya gelmesi!…

Ta Bakanlar Kurulu’na kadar etki etmesi, vay o milletin haline…

***

Evet naçizane şunu hatırlatmak istiyoruz.

Sahabelerden sonra gelen tabilerin, deve çobanları dahi insanları bilimsel olarak İslam’ın yaşam tarzlarına ve akidesine davet ediyorlardı.

Hatta yalnız İslam dünyası içerisinde değil, İslam’a karşı birçok memleketin devlet başkanlarını İslam’a davet ediyorlardı.

Ve başarıyorlardı…

İslam adaleti yeryüzünde çığ gibi, yükselip yayılıyordu…

Demek ki, bu ümmet İslam’a davet hareketine geçtiği zaman hiçbir şey onun yolunu tıkayamaz.

Ama tam tersine ilimle değil, irfanla değil, ubudiyetle değil, mutlak bir cehille ve cehaletle yetiniyorsa o zaman beklenmesi gereken; "tufandır, beladır, fitnedir"….

Yani İslam’ın dayandığı omurganın zarar görmesi!…

***

İslam'da davet, çağrı, hayrı emretmek, güzel şeyleri uygulamak, kötü şeyleri de yasaklamak her Müslümanın boynuna farzdır.

Ancak, toplum kendini yekvücut olarak siyasete ve siyaseti uygulayanlara teslim ettiği için bu görevi onların yapması gerekir…

Ama ne yazık ki, "siyaset ve siyaseti uygulayanlar" yıllardan beri, vahim bir ihmalkarlık içerisinde olmuşlardır…

***

Önceki gün yazmış olduğumuz yazının son bölümlerinde Tevbe suresinin 107 ve 108. Ayetinden bahsetmiştik.

Ayette belirtildiği gibi…

Takva mescidinin varlığı Müslümanlar arasında kendini gizleyen münafıkları rahatsız etmişti.

Müslümanları birbirine düşürmek için, bölmek için, tefrika yaratmak için "Dirrar mescidini" inşa ettiler..

Hem de Takva Mescidi olan Kuba’nın yanı başında, "Dirrar Mescidini" inşa ettiler.

Ancak Allahu Teala Müslümanları, sahabeleri, hatta Resûlullah'ı  dahi uyararak "kendine gelmelerini" sağladı…

Ve İslam omurgasını sağlam tuttular.

O omurga kırılmadı, eğilmedi, dosdoğru devam etti.

Ama ne yazık ki bugün İslam ruhunu, omurgasını, Türkiye’nin gerçek stratejisi olmadığı için, nice Mescidül Dirrar’ların varlığı söz konusudur.

Diyanet ise bununla başa çıkamıyor.

Hükümet de, iktidarlar da ne yazık ki rant, para, vurgun, cep doldurma peşinde koştuğu için; "böylesi tahribatları" görmüyor…

Ya da görmezden geliyor…

İşte bu anlayış ve uygulamalar, Mescidül Takva olan gerçek camilerin ruhunu zedeliyor ve incitiyor.

Nitekim daha önce de yazmıştık.

Diyarbakır’ımızda eski kadim olan Camii Kebir yani Ulu Cami’nin varlığına gölge düşürmek üzere siyasetin bir kanadı tarafından Merkez Camii inşa edilmek istendi, fakat başarılamadı, kabasında kaldı.

Bu da gerçekten çok düşündürücü bir olaydır.

Bunun için Yusuf Beyin söylemlerine katılmamak mümkün değil.

***

Yusuf Bey dünkü yazısında devamla şöyle diyor:

“Üzerinde kafa yormamız gereken soru, siyaseten neden kaybettik sorusu değildir; siyaseten kazanmakla manevî olarak kaybetmekte olduğumuz hakikatini niçin göremediğimiz yakıcı gerçeğidir.

Ak Parti, merkez partisi olarak kuruldu. Sisteme ya da statükoya muhalif bir parti olarak siyasi hayatımıza girdi ama oligarşik yapıya büyük darbe vurmasına rağmen sistem tarafından dönüştürüldü.

O yüzden Ak Parti, Ak Parti’yi Ak Parti yapan kök-taban’ını kendine yabancılaştırdı, hatta kaybetti dikkate değer ölçüde.

MÜSLÜMAN OMURGA, TÜRKİYE’NİN GEÇMİŞ’İ, ŞİMDİ’Sİ VE GELECEĞİ’DİR

Ak Parti’nin kök-tabanı’nı oluşturan omurga, bu toplumun Müslüman omurgasıdır. Elbette ki, uzanımları Ak Parti’nin dışına da taşan ama Ak Parti’de gelip kristalize olan bu Müslüman omurga, sadece kendinden veya şimdi’den ibaret değildir.

Müslüman omurga, bu ülkenin geçmişinin temsilcisi, geleceğinin habercisidir. Başka bir ifadeyle, tarihî bir yükümlülüğe sahip, tarihî yükümlülüğünü yerine getirme bilinciyle nefes alıp veren, geçmişi ve geleceği kuşatan, dolayısıyla geçmişten geleceğe uzanan omurgadır...”

En derin sevgi ve saygılarımla…

 


Bu Makale 1198 kere okunmuştur.