İSTİBDAT TAHAKKÜMDÜR, KEYFİ MUAMELEDİR VE KUVVETLİNİN YANINDADIR! (II)

Evet, sevgili okurlar.

Dünkü sohbet yazımızda da belirttiğimiz gibi toplumları ciddiyetinden, gücünden, kuvvetinden, birlikteliğinden uzaklaştırıp gaflete düşüren iki ana unsur vardır.

Birincisi... İstibdat.. Yani tahakküm…

Devletlerin, iktidarların, otoritelerin, daima güçlünün yanında yer almaları, güçsüzü hükmen de olsa aşağılama, hor görme ve onun için hukuk tanımama şekli.

İkincisi.. Irkçılık...  Yani, kavmiyetçilik, particilik anlayışı.

Bu da tamamıyla bir devletin bünyesinde bulunan etnik kavimlere bir hak tanımama halidir...

İllaki ırkçılık adına sadece ve sadece kavmiyetçilik unsuruyla yola çıkıp devleti bu şekilde yönlendirme gibi oluşumların varlığı...

Devletleri yok eden, sonunu getiren, milletleri bölük pörçük edip, birbirine düşman kesen temel iki ana unsur işte bunlardır...

İstibdat ve Irkçılık..

Bu her iki ana unsurun temelden yıkıp yok edebilme çaresi de insanların felsefeleriyle değil, vaz’i kanunlarla değil, dışarıdan ithal edilmiş yasalarla veya hukuk ilkeleriyle hiç değil…

Ancak ve ancak yüce İslam dininin ve Kur’an-ı Hâkimin ve onun müfessiri, tefsiri durumunda olan sünnet-i seniyyenin yoluyla olabilir.

Toplumları yozlaştıran o iki bela yani mutlak istibdat ile ırkçılığı temelden yok edebilme gerçeği ve ana unsurları; İslam hakikatleriyle mümkündür?

Ama bunu da inkâr etmeyelim.

Cumhuriyetimizin kuruluşundan beri değil de ondan daha önce ki yıllar...

Yani 1923’ten değil, 1908’lerden beri, hatta daha geriye gidersek 1888’lerden başlamak üzere, Osmanlıyı temelinden yıkabilme hareketiyle başlaya gelmiş “iki yıkıcı ana ursur” İstibdat ve Irkçılık olmuştur..

Ki, günümüzde de aynı yıkıcılığına devam ediyor..

19. Yüzyıl ile 20. Yüzyıldan başlamak üzere saydığımız bu iki bela, devletimizin, milletimizin, ülkemizin başına kâbus gibi çöktürülmüştür...

Ne hazindir ki, bir türlü millet ile devleti bir araya getirip uzlaştırıcı bir sulh-i umumi de bugüne kadar sağlanabilinmiş değil..

Bu yönde, cesaretli adımlar da atılmamıştır...

Zira bu her iki asır içinde Osmanlıyı yok edebilme hareketi hiç unutmayalım ki dışarıdan gelen dış ve içten gizli hareketler içerisinde bulunan Yahudi unsurları ve gizli masonik locaların ittifakıyla olmuştur..

Devlet-i Âliye-yi Osmaniye’yi yok edebilme şekli ve bugünkü Türkiye’nin içine düşmüş olduğu; bu iki yapının sonucudur!...

Temel hedefte; hilafet devletini yok etmek, milletini de bölüp, parçalayıp yutmaktır...

3 milyon kilometrekarelik alana sahip Osmanlı coğrafyasını dağıtmak  küçücük devletçikler haline getirip, başlarına da kukla yönetimleri getirmektir..

Böylece, küçük devletçikler onların birer sömürge devleti haline geldi...

İşte bugünkü Arap birliği gibi onların nam-ı hesabına kiralanmış birer devletçik ve yönetimler!...

Gelen giden hükümetler her ne kadar demokratik ilkeler içinde otoritelerini sağlamaya çalışmışlarsa da heyhat; hep onların dediği olmuştur!..

Neden?

Zira devletin anayasal unsurlarının bünyesine yerleşen gizli masonik anlayışlar varda ondan...

Bu gizli masonik mahfellerin mensupları, devletin tüm güçlerini kullanarak daima güçlünün yanında yer almışlardır...

Devlet otoritesini kendi egemenlikleri altında tutmuşlardır..

Ne yazık ki, devlet, otoriteler, istibdattan, zulmün uygulamalarından, hukuk dışı planlardan kendini bir türlü kurtaramamıştır...

Hep kaos batağı içerisinde olmuştur..

Bunu körükleyen; gâh laikçilik, gâh Kemalizm anlayışı olmuştur...

Çünkü bu iki anlayışta, dış orjinli anlayıştır..

Ve bunların koruyuculuğunu da yapan batıl ve fesat  anlayışın kalkanı; CHP’nin mevcudiyeti olmuştur..

Pek tabi ki, onun ilkeleriyle vücut bulmuş mevcut müesses nizam olmuştur.

Bu söylediklerimiz, rastgele herhangi bir atmasyondan ibaret değildir.

Tarihe dayalı, hem de yalan söylemeyen tarihi gerçeklere dayanmaktadır...

Dayanaklı, tarihi delillerimiz vardır.

Bakınız çok sayıdaki delillerden birisi şu..

Onu, sizinle paylaşalım.

Niyazi Berkes'in ilk kez 1964'te The Development of Secularism in Turkey başlığıyla İngilizce yayımlanan “TÜRKİYE’DE ÇAĞDAŞLAŞMA” isimli bir başyapıt...

Dilimize çevrildi... Cumhuriyet'in 50. yılında ve daha sonra, 1978'de iki baskısı yapılmış bir yapıt...

Berkes'in kitabına sonradan eklediği notlar da göz önüne alınarak eksiksiz bir kaynakça ve dizinle tekrar Türk okurlara sunulmuşsa da kimse okutmamıştır.

Bakınız, bu zat-ı muhterem anılan kitabında aynen şöyle diyor;

“Çağdaş Türkiye’de görünen, bulunan Avrupalı Yahudilerle ve yerli Yahudilerin Osmanlı devletinin bünyesinde çalışıp göstermiş oldukları faaliyet.

Yani 19. Yüzyıl ile 20. Yüzyıl arasında faşizan Turancılık kavmiyetçiliğine dayalı çok büyük rol oynamışlardır.

Ve Avrupa’da bulunan Lombli, Lavi, Willion Kahon ve Ermenios Fanbiri gibi Yahudi bilim adamlarıyla ittifak içerisinde hareket etmişler ve öyle bir ittifak içerisinde yazdıkları kitap, Türkiye’yi Osmanlıdan sıyırtıp İslam dışı sadece Turancılık kavmiyetçiliğine dayalı bir düşünce hâkimiyetini devlet bünyesine yerleşmesi için çalışmışlardır.

Nasıl ki bunlar Avrupa’da böyle kirli ve karanlık bir tabloyu çizmişlerse, Osmanlının son dönemindeki yerli Yahudiler Emanuel Karasu, Mois Kohen ve Abraham Galanti gibi isimler de içten çalışarak Avrupa’daki bilim adamlarıyla gizliden gizliye ittifak kurmuşlar.

İngilizler, Fransızlarla organik bağ kurmuşlar ve bunlar öyle güçlenmişler ki İttihat Terakki partisinin bir omurga kemiği haline gelmişlerdir.

Güçlendikçe güçlendiler ve Siyonizm’i İttihatçıların bünyesine yerleştirdiler ve Abdülhamid’i böylece tahttan indirdiler ve 1924’te de hilafet-i İslamiye’yi ilga edip 3 milyon kilometre karelik bir coğrafyanın bölünmesi için İngilizlerin projesiyle haçlı ve Siyonist emperyalistlere peşkeş edildi.

Ve bunun başı da Filistin’de kurulan İsrail oldu.”

Evet, yazar ve ilim adamı Niyazi Berkes’in kitabında yazmış olduğu bu isimlerden en tehlikelisi ve en güçlüsü yerli Yahudilerden Mois Kohen’dir.

Türkiye’de, Osmanlının son döneminde çok önemli rol alan en tehlikeli adam olan Mois Kohen’i “reyn-i bino” isimli bir Yahudi şöyle tarif ediyor.

Diyor ki;

1- Mois Kohen, kesinlikle Osmanlıda faşizan Turancılık kavmiyetçiliğe dayalı bir düşüncenin babasıdır.

2- Mois Kohen’in “Turan” isimli kitabı ise Turancılık siyasetinin en kutsal kitabıdır.

Ve I. Dünya Savaşında en büyük rol alan Mois Kohen, Selanik’te Ziya Gökalp ile buluşmuş ve bu faşizan ırkçılığa dayalı hal almış ve Mois Kohen’in ismini gizlemiş, Tekin Alp olarak Türk ismini almıştır.

Yahudi değil, Türklüğünü ilan etmiştir.”

Evet, sevgili dostlar.

Bunlar tarihi gerçeklerdir.

Yazımızın temel stratejisi, baştaki bölümde ifade etmeye çalıştığımız gibi; yabancı unsurların Osmanlı döneminde Türkiye’nin bünyesine yerleşip masonik kafaların söz sahibi olması ve dinden alakası kesilen bir Türkiye oluşturmak...

Osmanlının büyük coğrafyasını kendi emperyalist güçleriyle bölüp, İsrail devletinin kurulmasıdır...

Türkiye’nin bin yıllık tarihini, kültürünü yok edebilmek için devletiyle milletini yüce İslam dininden, Kur’an’ından uzaklaştırma gayreti içerisinde hep olunmuştur...

Dün olduğu gibi, bugün de aynı mahfiller faaliyet göstermektedir..

Faşizan dinsiz bir ırkçılığı, empoze edip nesillere enjekte etme gayretindedirler..

Onun için hep ifade ediyorum, Türkiye geçmişine odaklanıp, sorgulamalı, tarihi irdelemeli ve ona göre; ileriye dönük yol haritası belirlemelidir...

Aksi takdirde, “istibdat ve ırkçılık” fitnesinden, kendisini hiçbir şekilde kurtaramaz!...

En derin saygı ve sevgilerimle.