Hayatını Kur’an’a Adadı

Asrın dahisi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, zamanın süfyani sistemlerini tanıtıp geleceğin İslam’ın yüzyılı olacağını müjdeleyeyerek, hayatını Kur'an-ı Kerim'e adadı. Zorlu bir hayat geçirdi.

Hayatını Kur’an’a Adadı

1898 yılında, Vali Tahir Paşa’nın gazeteden gösterdiği bir haber, onun hayatında bir dönüm noktası oldu. Habere göre; İngiltere’de başbakanlık ve sömürgeler bakanlığı yapmış olan Gladston, mecliste yapmış olduğu bir konuşmada elinde tuttuğu Kur’an’ı göstererek şöyle diyordu: “Bu Kur’an Müslümanların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ya bu Kur’an’ı onların elinden almalıyız yahut Müslümanları Kur’an’dan soğutmalıyız.”

Bu haber onun ruhunda fevkalade bir tesir meydana getirdi. “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez manevi bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim” diye karar verdi ve bütün hayatını Kur’an’ın müdafaasına adadı, bu uğurda muhtelif eserler telif etti.

MEDRESETÜ’Z ZEHRA

Tanzimattan sonra kurulan Avrupaî tarz mekteblerde okuyan gençler maddeci bir altyapıya oturtulmuş fenlerin tesiriyle itikadi yönden şüphelere düşüyorlar hatta bazıları küfre giriyorlardı. Medreselerde ise fenlerin kat’î ispat ettikleri şeyler bile taassup yüzünden bazen şüpheyle karşılanabiliyor, reddediliyor veya bazen bu fenlerle meşgul olanlar tekfir edilebiliyordu. Üstad Bediüzzaman bu iki kurum arasındaki ihtilafı kaldırmak için dinî ilimlerle, fen ilimlerinin kaynaşmasını zaruri gördü. Bu kaynaşma sayesinde medrese ve mekteb arasındaki düşmanlığı kaldırmak, iki tarafın da eksiklerini gidermek, zenginliklerini ise paylaştırmak istiyordu. Bu konuda şöyle diyordu: “Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla (kaynaşmasıyla) hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder (uçar). İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder (doğar).”

Üstad Bediüzzaman’ın düşündüğü çare ise; çağın ihtiyaçlarına uygun, Müslümanları fikren, ilmen batı karşısında üstün konuma getirecek kuvvetli bir eğitim faaliyeti gerçekleştirmekti. Bu düşünceden hareketle, Doğu Anadolu’da kendisinin “Medresetü’z-Zehrâ” ismini verdiği İslâmî bir üniversitenin kurulması için bir proje hazırladı. Medresetü’z-Zehrâ Üniversitesi’nde esas itibarıyla, din ilimleri ile fen bilimlerini birlikte okutarak, hem aklen hem kalben nurlanmış, asrın ihtiyacına uygun İslâm âlimleri ve bilim adamlarını yetiştirmeyi hedefliyordu.

Bu düşüncesini gerçekleştirmek için 1907 yılı sonunda İstanbul’a gitti. Saray’a yaptığı başvuru incelemeye alındı. Fakat zamanın siyasi problemlerinden kaynaklanan sebeplerle gereken hakiki desteği bulamadı.

HER SUALE CEVAP VERİLİR

Yerleştiği İstanbul’un Fatih’teki Şekerci Hanı’nda odasının kapısına: “Burada her müşkil halledilir, her suale cevap verilir; fakat sual sorulmaz” yazılı bir levha astı. İstanbul’da grup grup gelen âlimlerin ve halkın sorularını cevaplandırdı. Genç yaşında sorulan bütün suallere cevap vermesi, ikna edici ve tesirli konuşması, hâl ve tavırlarıyla, ilim ehlinin ve halkın hayranlığını kazandı. Üstad Bediüzzaman’ın âlimleri kendisinden soru sormaya davet etmekteki gayesi, doğudaki ilmi çalışmalara dikkatleri çekmek ve ilim tahsilinde çok faydalı olan münazara usulüne İstanbul’daki medrese ehlini teşvik etmekti.

HEM ÂLİM HEM MÜCAHİD

1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşında doğuyu işgal eden Ruslara karşı cihad etmek üzere talebeleri ile birlikte harbe iştirak etti. Savaş esnasında tefsir ilminde bir harika sayılan “İşârâtü’l-İ’câz”ı telif etti. İki sene savaştıktan sonra, Bitlis’in işgali sırasında yaralı vaziyette Ruslara esir düştü. Moskova’nın kuzey-doğusundaki Kosturma vilayetine götürülerek orada iki sene esir kaldı. Daha sonra, Rusya’da başlayan Bolşevik İhtilali’nin meydana getirdiği boşluktan istifade ederek firar etti. Petersburg, Varşova, Viyana, Sofya üzerinden yaptığı uzun bir seyahatle 1918 Haziran’ında İstanbul’a döndü. O sırada İstanbul’da Diyanet Dairesi bünyesinde yeni kurulmakta olan Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye azalığına getirildi. Mehmed Akif Ersoy, Elmalılı Hamdi Yazır, Şeyhülİslâm Mustafa Sabri Efendi gibi zamanın en seçkin âlimlerinden oluşan bu ulema heyetinin gayesi, son zamanlarda ülkenin içine düştüğü buhranlardan kurtulması için mânevî reçeteler sunmaktı.

ANKARA’DA HAYAL KIRIKLIĞINA UĞRADI

Üstad Bediüzzaman, işgal sonrası başlayan Anadolu’daki millî kurtuluş mücadelesine yazdığı bir beyanname ile destek vermişti. Ankara Hükümeti de, onun İstanbul’da İngilizlere karşı yaptığı mücadelelerini takdir ederek mükerrer defalar onu Ankara’ya davet etti.

Sonunda Üstad, bu ısrarlı davetler karşısında 1922 Kasım’ında Ankara’ya geldi. Mecliste onun için resmî “hoş geldin merasimi” düzenlendi. Ancak Üstad Ankara’da umduğunu bulamadı. Vekillerin pek çoğunun dindeki lakaytlıklarının yanında, din aleyhinde bazı faaliyetlere de şahit oldu. Üstad Ankara’da daha fazla duramadı. Milletvekilliği, yüksek maaş ve doğu vilayetleri umumî vaizliği gibi teklifleri reddederek 1923 yazında Van’a döndü. Erek dağında inzivaya çekilerek sınırlı sayıda talebesine ders vermeye, tefekkür ve ibadetle meşgul olmaya başladı.

Kaynak: Diyarbakır Söz