CemYLMZ'ın Ali Baba ve 7 Cüceler filmini eleştirenler hakkında uzadı uzadıya söyleşi

Ünlü showmen Cem Yılmaz; vizyona giren 'Ali baba ve 7 Cüceler' için yapılan yorumlara kayıtsız kalmadı. Cem yılmaz, Ali baba ve 7 Cüceler filmi için bilinmeyenleri açıkladı. Peki Cem yılmaz'ın filmini eleştirenlere verdiği tepki ne oldu?

CemYLMZ'ın Ali Baba ve 7 Cüceler filmini eleştirenler hakkında uzadı uzadıya söyleşi

Ünlü showmen Cem Yılmaz; vizyone giren 'Ali baba ve 7 Cüceler' için yapılan yorumlara kayıtsız kalmadı. Cem yılmaz, Ali baba ve 7 Cüceler filmi için bilinmeyenleri açıkladı. Peki Cem yılmaz'ın filmini eleştirenlere verdiği tepki ne oldu?

Bakın ünlü komedyen Cem YILMAZ neler söyledi?

-Filmde retro öğeler dikkat çekiyor. Başlangıç jeneriği, müzikler, soğuk savaş yılları... Neden bu temaları tercih ettiniz? Bu türle ilgili bir durum. Kahramanların başlarına gelen macerada, 70’lerin filmlerindeki aksilikler komedisi hâkim biraz.  -Seviyor musunuz 70’li yılların özelliklerini?  Sevmekle ilgili değil, tür onu istiyor. Hikâye günümüzde geçiyor ancak jenerikteki animasyon, başlarına gelen öykü bunların hepsi bir tür filmi yaratıyor. O türün de kendine ait bir dokusu, müziği oluyor. Bir kabuk ve şemsiye çizmek iyi oluyor bence, derleme toparlama şansı veriyor. Filmi kodlarken masal gibi olsun, karakterler böyle davransın, başlarına şu gelsin deyince ister istemez bir tür beliriyor. O da müziği ve her şeyi etkiliyor. Ortaya böyle bir sonuç çıkmasına, bütünlük algısı yaratmasına sevindim.

  -İyi bir prodüksiyon var... Biz daha öncesinde Arog, Yahşi Batı, Pek Yakında filmlerinde de kostüm ve sanat yönetmeni olarak hep aynı kişiyle, Hakan Yarkın ve Gülümser Gürtunca ile çalıştık. Bu projede yine bir aradaydık. Sadece, Bulgaristan’da bu departmanların devamları kuruldu, orada da görevli bir yapım tasarımcısı vardı. Tabii işin hazırlığının büyük bölümünü burada yapıp gittiğimiz için, orada çok az gerçek mekân kullandık. Memedov karakterinin sığınağı tamamen sıfırdan yapıldı, Mançov için öyle bir ev bulduk ki, tam aradığımız gibiydi. İçine neredeyse bir obje bile koymadık.

 "30 SANİYEDE BİR ESPRİ YAPMALISINIZ"

 -Filmde kostüm, ortam, mekân tamam da insanlar aslında neye gülüyor? Komedi filmlerine büyük bir iltifat var elbette, geniş yelpazeye hitap ediyor. Çok “zevke” hitap eden bir şey olduğu için de çok bıçaksırtı bir konu bence. Ağlatmaktan biraz daha farklı, mesela insanlar neye yoğun kahkaha atarlar? Bin senedir bu işin içindeyim, yoğun kahkahayı attıran şeyin ne olduğunu bilmiyorum. Birkaç teori var sürpriz faktörü falan gibi... Ama sahnede daha farklı bir yol izliyorum, orada sürpriz faktörü ve patlayıcı espri oranı daha yüksektir. On saniye, yirmi saniye, en kötü otuz saniyede bir bunu yapmalısınız. Filmlerin böyle bir lüksü yok, şahsen böyle bir şey de yapmak istemiyorum. Filmde macera, sunum hatırda kalsın. -Filmde çok kültürlülük var, farklı dillerde konuşan insanları izliyoruz. Bunu özellikle mi tercih ediyorsunuz? Alt yazılı sahnelerin olduğu bir film olması hoşunuza mı gidiyor? Hoşuma gidiyor evet, bir tercih. Tabii her filmde bunu kullanacağım diye bir şey yok. Ama kahramanlarımızı farklı bir yere götürünce, hayatın doğal akışında böyle oluyor. İsteseniz adamların hepsini Türkçe konuşturursunuz, adamın adı Joshua’dır gene Türkçe konuşur. Ancak bu yöntem olarak 90’larda terk edildi. Bizim Türk filmlerinde bir İngiliz varsa ‘’Ben var seni çok sevmek’’ falan der, bu uydurma bir kalıptır, karikatür dönüştürme kalıbı. Halbuki hiçbir İngiliz böyle Türkçe konuşmaz. Öyle bir dönemde değiliz. Bununla da dalga geçen bir sahne vardı tamamen alt yazılı birkaç dilin konuşulduğu, o dilleri bilmeyenler hiç anlayamasın diye.

-Evet, “Her türlü dilin aksanını yaparım”ı gösterdiğiniz sahne... Biraz da gösteriş olacak, bu işte. Filmin en kolay bölümü oydu.

-En zor tarafı neydi? Hazırlık kısmı... Bunlar tamamen ekonomik mevzularla ilgili tabii. Hazırlığa fazla vakit ayırırsanız, film de daha güzel oluyor. Ben de bu süreci uzun tutmaya çalışıyorum ancak maliyetli bir şey.

 "EKSANTRİK BİR MESLEK ARIYORDUM"

 -Hazırlık sürecinde çok sıdkınızın sıyrıldığı için “Yeter ben bunu yapmıyorum” diyerek vazgeçtiğiniz bir projeniz oldu mu? Yoksa aklınıza koyduğunuzu hep yaptınız mı? Evet yaptım. Ama bazı coğrafi nedenlerden ötürü yapamadığınız şeyler oluyor. Mesela senaryodaki bir sahneyi, istediğimiz gibi bir mekân bulamadığımız için değiştirmek zorunda kaldık. Asma köprüden düşeceklerdi, biz onu gölde bir kovalama sahnesine dönüştürdük. Keşif sırasında ortaya çıktı bu, asma köprü kurmak teferruatlı bir prodüksiyona dönüşecekti biz de aynı pahada görselliği bozmayacak bu değişikliği yaptık

. -Filmde neden cüceler var?

Adamlara “eksantrik” bir meslek arıyordum.  -Şimdiye kadar cüce objelerinin pazarlamasını hiç görmedim tabii... Bundan sonra görürsünüz bence, güzel bir iş. Bahçe süslemesi bizim kültürümüzde pek yok, daha Avrupa işi. Cücelerin satıcısı değilim gerçek hayatta, ticari kariyerimi ilgilendirmiyor ama karakterlerin tutunamaması için çok sivri bir meslek seçmeleri gerekiyordu. İlk önce kapı kapı gezen ajanda satıcıları olarak tasarlamıştım, 5 bin ajanda yanlışlıkla 30 Şubat tarihiyle basıldığı için aksilikler öyle başlıyordu. Biraz da gerçek hayatta olmayan bir meslek seçmemin nedeni bu, herhangi bir şeyin reklamını yapmadığım sanal bir şey yaratmak istedim.

-İyi bir pazarlamacı olur muydu sizden?

Bilmem... Ne kadar başarılı olurdum bir fikrim yok. Sadece şunu biliyorum, reklam filmlerinin yüzü olma gibi bir macerada da bulunduğum için, sorunlu bir ürünü tabiri caizse kakalamakla ilgili bir başarım veya derdim yok. Ama iyi bir ürün söz konusu olduğunda, “Özellikleri şudur, benim sunduğum budur” konusunda özgüvenli bir satıcı olmaya çalışıyorum. Benim hayatımda ikisi birbirine çok geçmiş durumda. Hem yazmak, çizmek hem de elbette pazarlamak durumundayım. Ama pazarlarken de gayet dürüst, adil olma derdindeyim.  -Senaryoyu yazıp karakteri ortaya çıkarırken kimin oynayacağına o anda mı karar veriyorsunuz? Oyuncu değiştirmek zorunda kaldınız mı, yoksa hep 12’den mi vurdunuz? Her zaman değil... Ama şöyle de oluyor, bu Ozan’a (Güven) çok uygun veya Özkan (Uğur) Abi’ye olur gibi...

 -O yüzden mi sürekli aynı isimlerle çalışıyorsunuz?  Evet o sebeple, yani o kişiler uygun olduğu için. Bu insanların yanlış anladıkları bir konu... Eğer o rolle ilgili bir seçim yapılsa 200 adam arasından yine Özkan alır. Yüzde yüz rolü alacak adamla iş yapmaya çalışıyorum. Bu filmde Çetin (Altay) sürpriz bir isim oldu, bir ay kala bulduk onu. Önemli bir roldü, güzel paslaştık. Çok yetenekli bir adam ve soğukkanlı... ‘

 "İRİNA İVKİNALK KEZ SETİMİZDE BULUNDU"

-Çalışılması zor bir adam mısınız? Yok hiç değilim. Hep aynı kişilerle çalışıyorum, yeni insanlarla çalıştığımda da böyle. Çünkü ekibe sürekli birileri katılıyor, 50 kişiyken 150 kişi oluyoruz. Herkes gayet memnun ayrılıyor, benim hiç öyle bir sorunum yok. Ancak şöyle bir durum var, komedi filmlerinde olan biten hikâyeden tutun da, üzerinizdeki kostüm, replikleriniz kadar birçok detay hiç ciddiyet arz etmemesine rağmen, çok iyi bir planlama gerektiriyor. Öyle bir ikilemi var ve ona direnmek lazım. Oyuncu arkadaşların bazıları bunu bilmeyebilir, ben şahsen bilenlerle çalışmayı tercih ederim. Mesela kadın oyuncumuz Irina Ivkina, ilk defa bizim setimizde bulunduğu için, en çok mesaiyi bunları izah etmek için harcadık. İşi yapabiliriz, problem değil ama iyi yapmak önemli. Dolayısıyla öğrendiğimiz dersler ve tecrübeler insanı bir çalışma yöntemine itiyor. Bulduğum formül, sete çok fazla bir şey bırakmadan ne yaptığımızı bilerek, bilinçli, arkadaşça, disiplinli ve kooperatif bir çalışma sistemi.

 "PARA VERMEMEK’ İÇİNMİŞ"

 -Filmlerinizde neden hem iyiyi hem de kötüyü kendiniz oynamayı tercih ediyorsunuz? Sosyal medyada bunu açıklamışlar “para vermemek” içinmiş... Halbuki o kadar absürt bir cevap ki bu, tam tersi daha maliyetli bir şey, aynı sahneyi iki defa çekmek zorunda kalıyorsun. -Neden bunu tercih ediyorsunuz ki? Hoşuma gidiyor.

 "HİÇBİR KARANLIK TARAFIM YOKTUR"

-Hep neşeli, eğlenceli tarafınızı görüyoruz, karanlık tarafınız var mı? Hiçbir karanlık tarafım yoktur. Ben fazla dürüst bir insanım, gizemli yanlarım falan yoktur.  -Depresif bir tarafınız falan hiç yok yani? Hiç... -Hayatınız boyunca bir kere bile depresyona girmediniz mi? Ben depresyonun ta kendisiyim, bir daha niye gireyim?  -Neden depresyonun ta kendisisiniz?  Kendimle ilgili net bir ayrımı söyleyeyim, ben herkesten daha neşeli biri değilim onu biliyorum. Herkes kadar neşeliyim, herkes kadar depresifim, ekstrem özelliklerim yoktur. Okan Bayülgen’in kulakları çınlasın onun “Ben maniğim” diye 50 yıldır beyanları vardır ya, ben manik falan da değilim. Ne maniğim, ne bir şeyim, ne veganım, ne etçilim. Çok nötr birisiyim. -Hayatta ertelediğinizi düşündüğünüz şeyler var mı? Her şey... Yani hayat böyle bir şey, erteleme üzerine kurulu; buna kanaat getirdim. Çünkü bir ömre her şey sığmıyor, aynı anda pek çok şey cereyan edemiyor. Ben ki hobilerini bu yaşa kadar hayata geçirebilmiş bir insanım, gene de hiçbir şeye yetişemiyorum. Benden daha meşgul insanlar tanıdım, nasıl yapıyorlar bilmiyorum.

 "ARİF DEĞİLİM Kİ G.O.R.A'YA GİDİNCE PRENSESLE AŞK YAŞAYAYIM"

 -Filmde çok güzel bir kadın karakter var ve onun fiziksel özelliklerini öven göndermeler söz konusu. O mesela kahramanın düşüncesi, ben hiç öyle bakmadım. -Komik adam, zeki adam çekicidir. Peki siz kendi hayatınızda hep güzel kadına mı âşık oldunuz, yoksa zeki kadınlara mı? Ben bu meselelere hiç böyle bakmadım. Güzel kadını her erkek beğenir, bu hoşlanmanın neye dönüşeceğini kimse bilemez.

 -Zekâsından ötürü çok âşık olduğunuz bir kadın oldu mu?  “Beğeni” kelimesi benim için önemlidir, beğenmek demek bir bütün olarak beğenmekle ilgili bir duygu yaratıyor. Yoksa, fiziksel konuları bilim de çözemedi yani neden boyu uzun da ilgi çekiyor, ya da gözü şöyle olunca beğeniliyor bunun sebebini ve bizde bıraktığı hissi bilmiyoruz. Bu herhalde nadir olanla, nadirlikle ilgili bir arzu. Benim özel hayatımda böyle bir şey yok. G.O.R.A’daki Arif değilim ki, G.O.R.A’ya gidince prensesle aşk yaşayayım. Benim için fark etmez, ben oradaki bir mahkûm kızla da arkadaşlık kurabilirim.  -Artık baba oldunuz, bir çocuk filmi çekmeyi düşünüyor musunuz?  Bu çok güzel bir fikir ama bu işin pedagojik tarafı çok önemli, eloğlu bunu çok iyi yapıyor. Ona eğilimim var, çocuğum daha küçükken biraz eğleneyim büyüyünce belki onunla birlikte yaparız. Cem Yılmaz’ın “Pek Yakında”nın ardından tek başına yönettiği ikinci filmi “Ali Baba ve 7 Cüceler” cuma günü gösterime girdi. Türkiye’yi güldüren adamın sinema macerasının şakaya alınacak yönü yok. Kendi sevdiği tabirle “filmci” Cem Yılmaz, sinemayı ciddiye alıyor, sadece sinema mirasına değil, çağdaşlarına da sorumluluk duyuyor. Yılmaz’la iyi adam ve kötü adamı canlandırdığı, senaryosunu da kaleme aldığı, geniş kitleleri güldüreceği kesin filmi “Ali Baba ve 7 Cüceler”i konuşmak için Raffles İstanbul otelinde bir araya geldik. Söyleşinin başrolüne sinema oturdu. “Ali Baba’da aslında çok da Türk filmi şablonu yok” -Bir söyleşinizde “Sinema tembel işi değil” diyor ve kendi senaryo yazma hızınızın üç-dört yıl olduğunu söylüyorsunuz. Ancak son bir yıl içinde sizi birden çok projede gördük. Artık daha mı hızlı çalışıyorsunuz? Bu yıl verimli geçti. Bu birazcık şans oldu çünkü “Ali Baba ve 7 Cüceler”in taslağı hazırdı. Acaba gene böyle karikatür bir iş mi yapayım, yoksa bir komedi dram mı yapayım diye düşünürken “Pek Yakında”yı öne aldım. “Ali Baba ve 7 Cüceler” yarı pişkin vaziyette bir kenarda duruyordu. Bu yüzden altı ay kadar zaman kazandık. Önümüzdeki ilkbahar yerine bu yaz çekebildim. Aralıkta Russell Crowe’un “Son Umut” filmi gösterime girdikten sonra Yüksel Aksu’dan bir rol teklifi geldi. Yeni bir film hazırlıyor, Muğla merkezli ve 1970’lerde geçen güzel, tatlı bir dram. “Ali Baba ve 7 Cüceler”in yapım sonrası süreci sırasında onda oynadım, üç hafta çalıştım sette. Senede birden fazla iş çıkarmak mümkün değil, benim çalışma stilime göre. Ancak böyle hazır bir hikayeniz varsa olabiliyor. Ya da başka bir arkadaşınızla ortak, onun yazdığı, yönettiği bir filmde oyunculuk olabiliyor. Daha fazla böyle olmasını tercih ederim doğrusu. O zaman oyunculuk olarak da birazcık çeşitlilik olabiliyor çünkü bambaşka karakterler canlandırıyorum. Ama bana çok fazla teklif gelmiyor tahmin edebiliyorsunuz. Geçenlerde bir taksici, “Abi dizilerde seni göremiyoruz” dedi. Beni de aldı bir düşünce, acaba niye?

-Yeni bir filme hazırlanırken Türk sinemasında nerelere bakıyorsunuz?

Teknik bakmıyorum. Çok içgüdüsel, belki de çocukluktan biriken şeyler var. “Ali Baba ve 7 Cüceler”de aslında çok da Türk filmi şablonu yok. -Evet, macera türünün kalıplarını hatırlatıyor. Bu, pazar günleri izlediğimiz “buddy” komediler gibi. Buddy’lerin başına bir şey gelir falan gibi. Ama bir retro havası da var, içinde ajanlar majanlar... Bunlar aslında bu türün gerçeğinin çocuklaştırılmış bir versiyonu gibi. Benim kahramanlarım üstündeki komedi kılıfını atarsanız, böyle adamlar olabilir. Var, gördük de. Çünkü karakterlerden Boris Mançov’un evini, Sofya’da öyle evi olan bir adamın evinde çektim. Allah’tan biz çekerken orada değildi. “Ben ‘Böyle şeyler olur’ duygusu için çalışıyorum

” -Mançov gibi biyolojik silah da yapıyor mu acaba?

Belki de vallahi bilmiyorum çünkü yani Sofya’daki Bulgar prodüktör arkadaşlara “Bu adam ne iş yapıyor?” dedim, hiçbiri cevap veremedi. Dolayısıyla... -Akıllarda soru işareti oluşuyor... Gerçekten öyle. Şunu demek istiyorum: Komedi kılıfını çıkardığınızda “Böyle şeyler olur” duygusu verebilecek bir şey yaratmaya çalışıyorum. “Yuh, bu kadar da olur mu?” ile “Böyle şeyler oluyor”u karıştırıp komedi yaratmak... Çünkü komedi kahramanını, başına gelen şeyi nasıl çözdüğü belirliyor. Şimdi bizim başımıza “Ali Baba ve 7 Cüceler”deki iki kahramanın başına gelen gelse, evimize dönelim dersin. Bunlar dönmüyor, tıpkı “G.O.R.A.”daki Arif gibi. “Bir öykü izletirken gösteri ritminde güldürmek imkansız” -Ana akım komedi içinde filmlerinizin sanat yönetimi, görüntü yönetimi, efektleri gibi yapım değerlerine baktığımız zaman izleyiciyi ciddiye alıyor, “Kitlem zaten gider” diye düşünmüyorsunuz sanki. 1980’lerde Eddie Murphy, Amerika’da stand up gösterisini sinema perdesine çıkarmış. O zamanın parasıyla 50 milyon dolar hasılat yapmış. Ben de mesela 2013’te, 2011’den 2013’e kadar sahnede canlı yaptığım gösteriyi sinema perdesine çıkarmak istedim. Çünkü turneye çıkamıyordum ve İstanbul, İzmir ve Ankara’nın dışında gösteriyi canlı izleyen yoktu. Ben de çok kameralı bir çekimi sinema perdesine çıkardım. 4 milyon kişi izledi. O sıralarda 4 milyon çok iyi bir rakam ve bazıları “Bu, film mi?” dedi. Bu, film değil. Hakikaten bir siyah tişört-pantolon ve biri anlatıyor. Güldürüyor mu? Evet, güldürüyor. O başka bir konuydu. “Elinde mürekkep olunca çizersin” -Sinema filminden farklı elbette... Millet ne ders aldı bilmiyorum fakat ben şu dersi aldım: Bunu başka bir ürün olarak sundum ama bu bir sinema eseri değil. İnsanları bir gösteri ritminde güldürmek mümkün değil bir öykü izletirken. Doğru bir fikir de değil, bunu başaran film yok, işin tabiatına aykırı. Filmde başka şeylere dikkat etmek gerekiyor diye tercüme ettim. Mesela kendimle alay ederek söyleyeyim, filmdeki peruğu takıyorum, sesimi inceltiyorum ve Sofya sokaklarında kafelerde birilerine Tokat atarak Sofya’nın bir ucundan giriyorum, öbür ucundan çıkıyorum... Şimdi bu da bir tercih ama ben öyle bir şey yapmak istemedim. Amerika’dan örnek verecek olursam, “Saturday Night Live”daki  adamlar, Ben Stiller’lar, Will Ferrell’lar, Seth Rogan’ların yaptığı gibi; ana akımda komedyen olmayanların pek değmediği konulara değinip yapım kalitesini yüksek tutup serseri bir öykü anlatmak istiyorum. Karikatürden gelme olmam da bana kahramanları filmlerimdeki şekilde kurma imkanını veriyor. Kahramanları bu şekilde kurunca, adamı giydiriyorsun, oturdukları sandalye de, bulundukları otel odası da bir şey istiyor. Boş beyaz kağıt, çini mürekkebi elinde olduğu zaman kolay, onları çizersin. Sinemada ise yapman lazım. “Sinemanın seyircisi olsam yeter”

-Film çekerken karşınıza nasıl güçlükler çıkıyor?

Korkum şu: Bizi bağlayan bazı şeyler oluyor. Kabiliyetle ilgili değil, ekonomik kabiliyet denebilir belki. Yapabileceklerinizin sınırını ön hazırlıkta bilince fazla şımarmazsınız. Mesela bot patlasın, o ev de patlasın, yok yok helikopter de patlasın, özel uçak da patlasın diyemezsin. Biz bunu ekonomik olarak yapamayız. Bunu yapabilirim ama bu sefer James Bond gibi çok sponsor almam lazım filme. Ben bir tane sponsor koruyorum, seyirci ya da benimle çalışmayan diğer marka kamuoyu yaratıyor. Ekonomik bir hadisedir film, bir yandan da. -“Film çekmek canımı alıyor” dediniz basın toplantısında, o kadar zorlu mu? İnsanlar komedi filmine ilgi gösteriyor. Türk sinemasında komedi filmi her zaman çok gişe etkisi olan bir tür olmuştur elbette. Ama birazcık fantezi yapmaya başladığınızda seyirciden o iltifatı alma arzusunda oluyorsunuz. “İzlerlerse bir daha böyle bir şey yapabilirim” diyorsunuz. “Pek Yakında” pahalı bir filmdi ama daha komedi ağırlıklı olanlarından daha az insan gitti. Çoğunlukla öyle oluyor. Hiç kimseye benim filmimi beğen, bak beğenmezsen bir daha yapamam diyemezsiniz ki.  “Başka bir filmde oyuncu olmaktan da haz alırım” -“Ali Baba ve 7 Cüceler” ikinci kez tek başınıza yönettiğiniz film. Ayrıca iki karakteri canlandırma ve senaryo sorumluluğunuz da var. Bütün bunlar size yük oldu mu? Bu tür filmlerin rejisi, dekupajı elbette zor değil. Çünkü şablon bir tür. Size bir konfor alanı yaratıyor. Ama “Pek Yakında”da bizim eski Türk filmleri kadrajıyla ilgili bir şeyler denemiştim. “Ali Baba ve 7 Cüceler” ise seni sınırlıyor. Hazırlığı da makul sürede yapıyoruz, 10 haftada. Dolayısıyla bizim yani filmin reji ekibinin benimle yönetmen olarak çalışması şu demek: “Arkadaşlar konuştuğumuz gibi çekiyoruz.” Öyle çok büyük tartışmalar olmuyor bizim sette. Oyuncularla da okuma provası yapıyoruz, her şey yerli yerine oturuyor. O nedenle yönetmek yazmaktan ya da oynamaktan daha zor değil doğrusu “Ali Baba ve 7 Cüceler” türü bir filmi. Diğer yandan da yönetmenlik çok şeyi kapsıyor, mesuliyetli. Mesela ben ocakta başladım bu filmle ilgili çalışmaya. Üç gün önce bitti işim. En son işte Almanya kopyasının altyazılarını kontrol ediyordum. -Sinemanın her yönünden memnuniyet mi duyuyorsunuz? Bir tabir var çok hoşuma gidiyor benim: “Filmci”. Amerikalıların “filmmaker” dediği. Benim için önemli değil, ben sinemanın herhangi bir yerinde çalışırım. Başka bir filmin içinde bir oyuncu olarak bulunmaktan da haz alırım, başka bir filmin senaryo ekibinde çalışmaktan da... Filmci olmak bence hepsini kapsayan bir şey. “Ben neye inanacağımı bu yaşımda öğrendim artık” -“Filmci” kelimesi bana Yeşilçam’ı da çağrıştırıyor. O mirasla, Türkiye sineması mirasıyla ilişkinizi nasıl tanımlarsınız? Bu, çok duygusal bir seyirci bağı. Aslında benim temelde sinemayla bağım da bu. Doğruyu söyleyeyim, ben kendi yaptıklarım gibi film görmediğim için bu filmleri yaptım. Filmlerim hakikaten yalnızca kendilerine benziyorlar. İyi ya da kötü. İsterse 50 sene sonrasının Ed Wood’u desinler bana, önemli değil. “Yeni film, şeye benziyor, dur, senin ‘A.R.O.G.’, ‘G.O.R.A.’ya benziyor” denebilir ama o kadar. -Neyi kıymetli bulunuyorsunuz sinemada? Seyirci duygusuyla hayranlık besledim. Kendi benliğim neyi seçtiyse onu biriktirdim. Ama bir hürmetim var, hep de aklımın kenarında evrensel bir şeyde de harmanlamaya çalışıyorum. Dünyanın herhangi bir yerinden sinemacı bir arkadaşınıza yaptığınız fragmanı izlettiriyorsunuz; diyor ki “Hiçbir kelime anlamadım ama çok güzel”. Türkiye’den bakan ise diyor ki “Fragmanlardan anladığım kadarıyla senaryoda kopukluklar var.” Aradaki fark bu. Ama ben neye inanacağımı bu yaşımda öğrendim artık, neyin kıymetli olduğunu. İzlediğim filmlerde ne kalıcı, ne samimiyetle yapılmış, hangisi gerçekten ticari emelle yapılmış, hep bunları ayırt etmeye çalıştım.

Kaynak: Diyarbakır Söz