ANNE BAH DÜŞERSEM BENDEN DEĞİL

Yazılarıma ara vermek zorunda kaldığım günler bilin ki yollardayım. 2009’un yazında, Hazar gölünde 1985 yılında yaptırmış olduğum fakirhanede dinlenmedeyim. Çınar Kori/Bayırkonak/ köyünden dostum Şeyh Ahmet Karacadağ’ın oğlu yanında bir hemşerimiz ile Muş Bulanık Asliye Hukuk Mahkemesinde görülen bir davalarını konuşmak için geldiler.

Allah’tan dosyayı getirmişlerdi.

Ben davayı biraz inceledim. Avukat arkadaşlar gerekli özeni göstermişler, ama biraz daha itinaya ihtiyaç olduğunu hissettim.

Mesela Yargıtay’da bulunan ceza dosyasının bir an önce Mahkemesine intikalinde çaba gösterilmesi gerektiğini,

Trafik kazasına sebebiyet veren karşı tarafın yüzde yüz kusurlu olmasına rağmen, ek davanın açılması veya dava dilekçesinin ıslah edilmesi yönünde adım atılmasını,

Tazminat alacağına hangi tarihten itibaren faiz istendiğinin dilekçede belli olmaması sebebiyle, yine dilekçenin ıslahını ve kazanın meydana geldiği tarihten itibaren faiz istenmesini,

Davacı tarafın/müvekkilimizin/ tazminat alacağının ne kadar olacağı hususunda bilirkişi incelemesi yapılır iken, çalıştığı iş kolunda aldığı ücretin miktarının resmi belgeler ve tanık anlatımları ile kanıtlanması icap ettiğini,

Resmi kurumlarda alınan sağlık hizmeti dışında, özel hastanelerde yaptırılan tedavi hizmetlerinde ödenen miktarların dosyaya intikali gerektiğini,

Kaza sebebiyle yüzünde sabit eser kalan davacının bu görüntülerinin dosyaya sunulmasının manevi tazminatın hesaplanmasında önemli olduğunu hemen tespit ettim.

Bunları söyleyince davacı hemşehrimizin yüzündeki hatlar değişti, iyice üzüldü. Ağabey neden bunlar şimdiye kadar yapılmamış dedi. Rica ederim sen de bu davaya dahil ol dedi.

 

Şaştım kaldım.

Ben 24 sene Diyarbakır Barosuna bağlı olarak Avukatlık yaptım, bir gün olsun Muş’a veya gibisi yerlere yoğunluğum sebebiyle gitmedim. Şimdi nasıl olurda Muş’a, hem de Bulanık’a kalkıp Ankara’dan duruşmaya gideceğim diye iyice endişelenmeye başladım.

Eskiden olsaydı, ben Diyarbakır dışında dava almıyorum der işin içinden çıkardım.

Ama vekillik yapmış, insanlara her türlü yardımı yapmaya hazır olduğumuzu defalarca deklare etmiş birisi olarak, ben bu iş için Ankara’dan kalkıp Bulanık’a gidemem diyemedim. Peki takip edelim ama, Diyarbakır’dan davayı takip eden arkadaşlardan izin almamız lazım diyerek, işi biraz yokuşa sürmek istedim. Ama arkadaşımız sen o işi bize bırak, çünkü onlar da zaten Bulanık’a gidip gelmekten bıkmışlar, gerekli müsaadeyi ben alırım demez mi?

Yüzümün alı ala, moru moruna kırıştı. Yapacak bir şey kalmadığından, tamam vekaletname hazırla takip edelim dedim.

Muş Bulanık Asliye Hukuk Mahkemesindeki davayı bendeniz de takip etmeye başladım.

Yukarıdaki hususları 2 senede tamamladık ve Allah’a şükür davayı Çarşamba günü 100.000.00 Tl ye yakın bir miktarla neticelendirdik.

Tabii bu gidiş gelişlerde bir gün önce Muş’a gidiyoruz, orada kalıyoruz, sabah erkenden taksi ile Bulanık’a gidiyoruz.

Duruşma sonrasında alel acele Muş’a dönüyoruz. Ankara uçağına yetişmeye çalışıyoruz.

Bu defa Ankara’ya değil, Diyarbakır üzerinden Mardin’e dönmem lazım. Perşembe günü Mardin Ağır Ceza Mahkemesinde duruşmam var.

Çarşamba günü gerekli keşiflerimi yaptım. Taksi fiyatlarını sordum. Muş’tan Diyarbakır’a 350 liraya gidiyorlarmış. Birde otobüs veya dolmuş gibi araçlar var mı diye baktım. Kulp üzeri hemen hemen iki saatte bir dolmuş varmış. Muş-Kulp arası yol durumunun çok iyi olmadığını bildiğimden, taksi ile gitmekten ise, dolmuş ile gideyim, biraz o havayı teneffüs edeyim istedim.

İyi ki de öyle yapmışım.

Dolmuşa bindim. Halkımın insanları işte. Orta halli, fakirlik ile yoksulluk arasında gidip gelen insanlar.

Eşleri Diyarbakır’lı olan iki muşlu hanımefendi çocukları Ekin, Rojda ve Muhammed ile dolmuştalar.

Dört çocuk iki hanım sadece iki koltukta yerleri var.

Yolculuk başladı, iyice sıkıştılar.

Çocuklar ayakta.

Bir ara çocuklardan Muhammed’in gözü benim yanımda ara koltuk gibi duran kürsüye ilişti.

“Rojda git o kürsüyü al, otur, hadi rojda” diyor, ama Rojda, Muhammed’den büyük olmasına rağmen, utangaç mı utangaç, ayakta durmayı tercih ediyor.

Muhammed yine Rojda’ya ısrar ediyor, hadi Rojda.

Rojda’da tık yok.

Muhammed birden harekete geçti. Geldi kürsüyü aldı. Rojda’ya hadi otur dedi.

Rojda, ya Muhammed sen otursana dedi.

Muhammed “ben ayahta duriyam vee, sen otur işte” diye diretti.

Rojda kürsüye oturdu.

Muş’tan hareket edeli yarım saati geçmiş. Her taraf karla örtülü. Yollar bembeyaz. Dağlar arasından geçiyoruz. Öylesine sarp,öylesine dağlık. Dağın biri bitiyor, diğeri başlıyor. Orman gibi, sanki buralara dağ ekilmiş.

Derin vadilerin yan taraflarında dağ çatlaklarından sular dereye inmeye çalışıyor, ama nafile her taraf donmuş. Donan sular, renga renk görüntüler oluşturmuş. Bunlar da dağların kış çiçekleri diye içimden geçiriyorum.

Derin vadilerde yeni ama küçük çaplı elektrik santralleri yapılıyor. Bunlar Silvan baraj projesinin kolları mı acaba diye düşünüyorum.

Ben ayahta giderim diyen Muhammed yorulmaya başladı. Gözleri kapanıp, kapanıp açılıyor. Annesine tutunuyor. Ayakta duracak hali yok.

“Anne, bah düşersem benden değil” deyince, dayanamadım. Ya Muhammed bak benim yanımda boş koltuk var, gel otur dedim.

Gelirim ama, Rojda da gelirse dedi.

Rojda koltuğa oturdu, Muhammed Rojdanın kürsüsünü alıp yanıma ilişti.

Muhammed daha önce seni çağırdım, niye gelmedin dedim.

Vee sen benim ismimi nerden bilisen diye sordu.

Ben “senin gibi güzel çocukların hepsinin esas ismi Muhammed’dir, oradan biliyorum” dedim.

Güldü.

Muhammed, başını omzuma koy, bundan sonra düşersen bendendir dedim.

Seyrantepede indiler.

Muhammed arkasına bakmadan anasının eteğine yapıştı, yürüyüp gitti.

Eğer bundan sonra düşersen Muhammed, sebebi biziz dedim.