Serap'ın Ölümü İllizyon Değil Hakikat

Gerçekten bu iş bir illizyonmuydu. Yani birileri bir takım eylemlere giriştiler, yapmadıkları korkunç bir şeyi yapmış gibi gösterdiler, onların bu tavırları ile ülkemizin telafisi imkansız bir zarar görmesini zannetmemizi sağladılar, bizi korkuttular, daha fazla zarar görme tehlikesini göz önüne alamadığımız için bu illizyona kandık ve böylece sihirbazların oyununa geldik, biz cambaza bakarken cebimizden paraların gittiğine mi şahit olduk?

Bu düşünce sahipleri gerekçe olarak Edirne’de açlık grevi yapan bir kişinin bu işe başlarken 57 kilo olmasına rağmen, açlık grevini bıraktığında 62 kiloya çıkmasını gösterdiler. Açlık grevi yapanların sayısının 700 civarında olduğu biliniyor. Madem girişilen işin gerçek açlık grevi olup olmadığını kavramak, kantara çıkmakla ölçülüyor, o halde bu işe kalkışanların tümünün kilosu ölçülsün, geçmiş kiloları ile mukayese edilsin, ortalaması alınsın ve böylece eylemin gerçek açlık grevi mi, yoksa ajitasyon, bunun da ötesinde bir illizyon mu olduğu ortaya çıksın.

Bazen öyle yorumlar yapılıyor ki, aklımı yiyecek gibi oluyorum.

Siyasi bir takım mülahazalarla açlık grevine gidenlerin gerçek amaçlarını yorumlamak çok zor olmasa gerek.

Bu insanlar içerisinde her türlü suça bulaşmış, siyasi cinayetler işlemiş, toplumun gerilmesine sebep olmuşlar da, sadece fikirleri sebebiyle cezaevlerinde bulunanlar da vardı.

İstanbul Küçükçekmece’de  Belediye otobüsüne bomba atarak 17 yaşındaki Serap Eser’i cayır cayır yakmışlardı. Serap bir fakir aile çocuğu idi. Okulundan çıkmış, belediye otobüsüne binmiş ve evine giden masum bir yavru idi. Onun atılan Molotoflarla elbisesi gibi yüzünün, ellerinin kavrulmuş hali hiçbir zaman gözlerimizin önünden gitmeyecektir. Serap’ın elinde defterden, kalemden başka bir şey yoktu. Kimseye düşman değildi. Zaten düşmanlığın ne olduğunu bilmezdi ki.

İşte Serap’ı böyle cayır cayır yakanlar da açlık grevine başlayanlar arasında imiş. İş öylesine sulandı ve çığrından çıktı ki, insanların midesi bulandı.

Bu tür olumsuzlukların ötesinde mesele toplum tarafından daha büyük olayların yaşanmaması, Serap gibi masum yavrularımızın hayatını kaybetmemesi için neler yapılabilir noktasında değerlendirildi.

Hükümet de olaya bu açıdan baktı.

Sayın Adalet Bakanı açlık grevlerinin bitirilmesi için çok yoğun gayret gösterdi. Cezaevlerini ziyaret etti, açlık grevine katılanlarla görüştü. Talepleri dinledi. BDP li vekiller ile görüştü. Bu görüşmeler neticesinde BDP li vekiller yaptıkları açıklamalarda, Bakanın iyi niyetinden şüphe etmediklerini açıkladılar.  Ve zaten Sayın Bakan da partisinin gündeminde olan, 2023 vizyonu çerçevesinde yapılması gerekenler arasında yer alan konuları, hızla Kanun Tasarısı haline getirerek TBMM sine sundu. Tasarıda yargılanan sanıkların, yapacakları savunmalarda, kendilerini hangi dilde en iyi şekilde ifade edecekler ise, tercümanlarını da yanlarında getirmeleri koşulu ile, savunmaları yapabilecekleri hükme bağlanıyor. Sanığın yanında tercümanı ile birlikte gelmesi gibi barajlar, kanunun TBMM sindeki görüşmeleri esnasında düzeltilecektir, çünkü böyle bir şey olamaz, tutuklu sanık nereden tercüman bulacak, nasıl Mahkemeye getirecek, bunlar olacak işler değil. Kanun tasarısı çok şükür açlık grevindekilerin ölümleri gelmeden MECLİSE intikal etti. Bir musibet bin nasihatten yeğdir kuralınca, yani kellim kellim la yenfa’ , faydasız konuşmalardansa, iş yapmanın önemi bir kez daha ortaya çıktı.

Bu önemli gelişme üzerine Abdullah Öcalan kardeşi Mehmet Öcalan ile görüşmeye gitti. Abdullah Öcalan’ın dört duvar arasındakilerin daha fazla fedakarlığa katlanmalarına gerek olmadığı, dışarıdakilerin bir şeyler yapması gerektiği, o açıdan açlık grevlerinin sona erdirilmesi yönündeki düşüncesi, hemen karşılık buldu ve açlık grevleri sona erdirildi.

Yukarıda da değindiğimiz üzere bu bir musibetti. Bin nasihat kadar değerli önemli olduğu ortaya çıktı. Zira biz biliyoruz ki, açlık grevleri bir süre sonra ölüm oruçlarına evrilecek veya zaten açlık grevindekilerin ölümleri gelecekti. O zaman ortam şimdikinden daha fazla karışacak, bırakın dağları şehirlerde bile binlerce eylem meydana gelecek, masum onlarca insanın belki ölümü gerçekleşecekti.

Evet bu gelişme ile Abdullah Öcalan’ın örgüt bakımından önemi bir kez daha ortaya çıktı.

Zira şimdi çok önemli olduğunu düşündüğüm bir hususu belirteceğim. Dağdakiler, Murat Karayılan, Fehman Hüseyin, Kadir Çelik, Murat Karasu v.s, hiçbir yeni fikir beyan edemiyor, hiçbir çıkış kapısı gösteremiyorlar. Onlar sadece ve sadece birer ölüm makinesi haline gelmişler. Bu yörenin örfüdür(ağalar, beyler, liderler) akıl sahipleri silahı ele alıp ortaya çıkmazlar, onlar sürekli bir şekilde ayak takımlarını harekete geçirirler. Abdullah Öcalan zaten hapiste, eline silah alacak hali yok. Vurducular, kırdıcılar, kandil sahnede. Onların açlık grevlerini bitirin deme lüksleri yoktu. Zira bu durum devam ettirdikleri savaş stratejisine aykırı olurdu. Zaten kimse onlardan böyle bir talepte bulunmalarını da beklemiyordu.

Avrupada yaşayan Zübeyr Aydar v.s nin de bu bağlamda bir rollerinin olabileceğini hiç kimse düşünmedi.

Dönüp dolaşıldı, herkes İmralı’nın ancak bu işe bir son verebileceğine kanaat getirdi. Türkiye Abdullah Öcalan gibi bir kozun elinde olduğunu bir buçuk sene sonra yine anladı.  Çünkü “Abe bana kosterim bozuk deme ne dersen de” başlıklı yazımda da belirttiğim üzere, Abdullah Öcalan ile ilişkiler bilinçli bir şekilde kesilmiş ve böylece güya Abdullah Öcalan’ın örgütü idare etmesinin önüne geçilmiş, örgütün de bu yolla büyük zarar göreceği var sayılmıştı. Ama olaylar istenilen biçimde gelişmedi. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olma tehlikesi ile karşı karşıya kalındığı ortaya çıktı.

İllizyon, millizyon diyoruz ama, işin gerçeği şu: Abdullah Öcalan dağdakiler için de, bağdaki BDP liler için de ve pek tabii Avrupada yaşayanlar için de hala bir numaralı figürdür. Ve bu Türkiye’nin elindedir.

Oslodakiler neyi temsil ediyor , onlarla görüşülüyor da, Abdullah Öcalan ile görüşülmüyor. Zahir Oslada kendileri için bir şey istemeyenlerle görüşüp konuşmak daha mı karlı? Ne de olsa adamların bir elleri yağda bir elleri balda, çaylar benden havasında görüşmek daha mı kolay geliyor ne?

Hani söyleyeceğim yaptığınız işin biraz ciddiyeti olur, olmalı değil mi?

Ee ben Abdullah Öclan ile görüşür isem, Ev hapsi gündeme gelir, Umumi af gelir, lider kadronun akibeti gelir, Kürtçe eğitim gelir, yerel yönetimlerin daha da özerk hale gelmesi gündeme gelir.

Şurası unutulmamalıdır. Bunlar Türkiye için büyük handikaplar olarak değerlendiriliyor. Bir kısmı doğrudur da. Ama başta Abdullah Öcalan olmak üzere örgütün Türkiye ve Avrupa uzantıları, zaten bunların tamamını almalarının söz konusu olmayacağını biliyorlar. Bağımsız bir devlet kurma fikrinden vazgeçilmedi mi? Neden diğer hususların, hem de tümü verilmeyeceği biline bilene, teferruat olduğu gözlerden kaçıyor.

Biz bunları asgarisine mahkum etmek için savaşı bilinçli bir şekilde sürdürürüz. Nerede işimize gelirse  orada keseriz diye düşünülebilir. Ama bunu bir de onbinlerce evladını daha çocuk yaşta iken toprağa veren analara sorun.

Ey kendilerine yıllarca destek olduğum insanlar, bu işin oyun oyuncak ve hele yaşananların bir illizyondan ibaret olmadığını lütfen görün.

Serabın ölümü illizyon değil hakikat.