ZERRE KADAR ŞÜPHEM YOK
Hemen her kesimden insanlar, arkadaşlar,dostlar, taksi sürücüleri bu iş nereye gidiyor, barış geliyor mu? Diye soruyorlar. Cevabım son cümlede.
Aynen anlatacağım. Eksiği var, fazlası yok.
Cuma günü Çağlayan adliyesinde duruşmam var. Nede olsa duruşma öğleden sonra.
Kadıköyde evden çıktım.
Yağmur çiseliyor, hani derler ya ahmak ıslatan cinsten.
Vapura binmem için yürüme mesafem on dakika.
Hadi yürü ayakların açılır diye içimden geçiriyorum. Böyle diye diye yolun yarısına geliyorum. Artık o ortamda taksiye binme şansı yok.
Yağmurun sesine bak,
Aşka davet ediyor,
Cama vuran her damla,
Beni harap ediyor, dizeleri dilimin ucunda.
Vapura biniyorum.
Ahhh İstanbul ahh. Bu nasıl bir şehir? Vapur Beşiktaş’a doğru ilerliyor.
Deniz cilveli, deniz işveli.
Dalgaların üstündeki kabarcıklar mavimsi eteğin beyaz işlemeleri gibi.
Kenardan güm güm diye adeta bizi dövüyor.
Sulu, ıslak.
Sola yatarken, birden sağ koluma/koynuma/ hoş geldin edası içinde.
Martılar bizim gibi, seyrü sefer halindeki diğer deniz araçları ile sanki yarış halinde.
Kimisi simit parçalarını havada yakalıyor, kimisi de düşen parçayı ok dinginliğinde denizden kapıyor.
İşte Sultanahmet Camii, ardından Topkapı sarayı, Ayasofya ve Saray burnu.
“Maddenin” “Manada” haşrolduktan sonraki görüntüleri mi bunlar acaba.
Cennetin bir bölümünde “bunlar” olmayacak mı, yoksa bir şeyler eksik kalmaz mı diyorum.
“Altından ırmaklar akan köşkler” anlatımına burası ne de çok benziyor.
Necip Fazılı anıyorum, rahmetle. İstanbul şiirini yazmadan olmaz.
Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.
İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...
Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare? ..
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...
O manayı bul da bul!
İlle İstanbul'da bul!
İstanbul,
İstanbul...
Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tambur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir ' Katibim'i...
Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul,
İstanbul...
Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...
Gecesi sünbül kokan
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul,
Çağlayan Adliyesi diyorum taksiciye.
Elimdeki çanta onda bu hissi uyandırmış olacak ki, olur Avukat bey diyor.
İşler nasıl diye soruyor. Anladım papucun teki pahalı.
Ben Ankara’da Avukatlık yapıyorum.
Tabii okulu orada okuyunca…
Yok diyorum, ben İstanbul Üniversitesi Mezunuyum.
Eee okulu burada oku, git Ankara’da Avukatlık yap, Abi İstanbul sana dar mı geldi, pek azdır böylesi diye ekliyor.
Yoksa Ankaralı mısın?
Yok ben Diyarbakırlıyım diyorum.
Eeee ne iş Ankara’da Avukatlık.
Hayır ben işe Ankara’da başlamadım.
Diyarbakır’da 24 sene Avukatlık yaptım, sonra Ankara’ya geldim.
Abi seninki de bir alem, madem döndün İstanbul’a gelseydin ya.
İstanbul’da Meclis vardı da mı gelmedik diyorum.
Abi sen yoksa vekil misin, anlamıştım zaten sende bir gariplik var, bi de bana Diyarbakırlıyım deme diye restini çekiyor.
Yooo Diyarbakırlıyım, hem de hessosundan.
Eee tamam abi ne oluyor, nereye gidiyoruz bu işi senden iyi bilen olmaz diye beni hoş tutuyor.
İyi olacak diyorum.
Çünkü Kürtler bu ülkeyi bölemeyeceklerini, Türkler de, Kürtlerin hak ve hukukunu sağlamadan bu savaşı durduramayacaklarını 40 bine yakın evladını feda ederek anladı. Biri birimizi çok kırdık, bizler “YİĞİT” bir “MİLLETİZ” , İnşaallah düştüğümüz yerden kalkacağız ve bir daha kimse bizim sırtımızı yere seremeyecek. Evet barış geliyor, zerre kadar şüphem yok.