ALLAH CAHİL VE ZALİM BİR TOPLULUĞA YARDIM ETMEZ! (II)

Evet, sevgili okurlar..!

Ülkemiz ve milletimiz kadar, tüm İslam dünyası için haykırışımız ve yalvarışımız şudur ki;

 “Yarabbi bizi millet olarak, ümmet olarak iman şuuru ile şuurlandır, kalp gözü ile gerçekleri bize göster...

İman nuru ile kötülüklerle iyilikleri birbirinden ayırt etme kabiliyetine sahip eyle...”

Gerçekten sevgili dostlar, zulüm ve cehalet insanlık için, toplumlar için “fesat ve bozgunculuk unsurudur.”

Bir toplumun içinde ister siyaset kulvarından gelsin, ister ekonomiden gelsin, ister teknolojiden gelsin, ister tarihi kültürlerden gelsin, her nereden gelirse gelsin, tevhid inancına dayanmıyorsa, “kötülüktür.?”

Ruhunda fesatlık, cehalet ve zulüm vardır...

Nitekim, yer küresinin, özellikle İslam dünyasının yaşadıkları, orta yerdedir..

Çünkü, sistem ve uygulamalar tüm mevcudiyetiyle kendini ele vermektedir..

Cehalettir diyoruz..

Nitekim, yıllardan beri bu toplum, ki tüm İslam dünyası, hatta insanlık dünyası emperyalist anlayışın tahakkümü ile baş başa bırakılmıştır.

Dolayısıyla kurtarıcılık adına, sekülaristlik adına, Kemalizm adına toplumların zihnini bulandıran, imanlarını karıştıran, ahlaklarını yozlaştıran mevcut sistemleri dayatmıştır...

Bu sistemler, toplumları, özellikle İslam dünyasını ve tabi ki, Türkiye’mizi tüm ana toplumsal faktörleriyle her gün biraz daha değişik siyasi versiyonlarla, İslami değerlerden fersah fersah uzaklaştırma adına, faaliyet göstermiştir...

Gençlik “öz değerlerinden” koparıldı...

Fiziksel hayat tarzlarını batı dünyasının yaşam şekliyle biçimlendirdiği gibi, “ruhi” bir kayıpta yaşamaktadır...

Sakalından tut, saçına kadar, vücutlarını damgalayıp mühürleştirilmesine kadar…

Özetle, “serseri mayın” gibi..

Uyuşturucu günlük yaşamın bir parçası haline geldi...

Sektörleşti...

Fuhuş derseniz, apayrı bir macerada yaşanıyor.

Sektörleşti...

Fuhuş yuvalarına meşruiyet kazandırıldı..

İşte tüm bunlar, kamu vicdanlarına elem veriyor.

Çünkü, yaşananlar nerdeyse “ortaçağ cehalet devrinin ruhuna” rahmet okutuyor.

Gün geçmiyor ki; aile içerisinde bir facia yaşanmasın..

Kan dökülmesin, cinayetler yaşanmasın!…

Baba oğlu, oğul babayı öldürüyor...

İki eş arasındaki boşanma ve o boşanmanın kavgasıyla; işlenen cinayetler...

Biri mezara, diğeri cezaevine!...

Dedik ya; yaşadığımız çağ “rahmani ve insani yaşamı” cehaletin, zulmün, fesadın “bağnazlığıyla” boğuyor...

Tarihten bir örnek vermek istiyorum....

 Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin hayatından...

 Osmanlı’nın son dönemi...

 31 Mart hadisesi, herkesin malumudur...

Üstad bu tarihte kurulan hükümetin ne kadar kandırıcı, aldatıcı, siyasetin de ne kadar kirlenmiş olduğunu  dile getiriyor...

Bu oluşumların sebebi mucibesini de yanlış siyasetin mezalimine bağlıyor...

Cehaletin iştahını açıyor; yanlış siyaset!..

Ve diyor ki; siyaset kulvarındaki yaşanmakta olan yozlaşma hali insanları artık suç işlemeye teşvik ediyor.

Oysa ki şerefli, izzetli vakar sahibi bir insan, başkasını karalamaz...

Tenezzül de etmez.

Şerefli insan, oturduğu mekana şeref verir ve o mekanı kutsal bir mekan haline getirir.

Üstad şöyle devam ediyor:

Benim başıma gelen bir din alimi olarak ikinci meşrutiyetin kuruluşunda ve sonrasında siyaset tarafından bana isnat edilen cünun (delilik) gibi hallerle beni suçlayarak cezaevine soktular. İşte ben de orda dedim ki, zalimler için yaşasın cehennem! Cennet ucuz olmadığı gibi cehennem de lüzumsuz değildir.’

Ben, ilmin yüceliğine dayanarak sizin bana isnat etmiş olduğunuz ve getirmiş olduğunuz suçlamayı kabul etmiyorum.

Beni bu şekilde töhmet altına alıp da cezalandırmaya çalışmanızdan da korkmam, beni korkutamazsınız velev ki idam edilsem bile..

Sizin zulmünüzden dolayı idam edilsem iki şehit sevabını kazanırım, hapiste kalmam da beni hiçbir şekilde etkilemez, bilakis şeref duyarım.

Yani siyasetin tarafına geçip de şakşakçılık yapmak benim için gerçekten yakışmaz bir haldir.”

Bu itibarla diyoruz ki siyaset milli olmalıdır, siyaset yerli olmalıdır, siyaset batı emperyalist haçlı anlayıştan ithal edilmemelidir.

Eğer ki ortaya konulan siyaset milli inanca dayanmıyorsa o siyaset, siyaset değildir...

Bilakis, rezalettir, şekavettir ve nifaktır.

Bu itibarla, araştırmalarımıza göre bize gelen bilgiler ve edindiğimiz intibalara göre Türkiye’deki mevcut sistem ve uygulanmakta olan siyaset, hele hele kadınlara özgürlük adı altında verilen anti insani bir feragat yani serbestiyet acaba İstanbul Sözleşmesi’nin kaçta kaçını karşılar?

Bize göre bırakın İstanbul Sözleşmesi’ni, yalnız bu serbestiyet başlı başına yeter de artar Türkiye’ye…

Siyasetin, büyük oy potansiyeli elde etmek için kirli maceraperestlerin eline verilen o özgürlükler, o siyasi alanlar hiçbir zaman bir millet için hayra alamet değildir...

Alameti farikası da odur ki; ülkeyi hep karanlık dehlizlere, badirelere sürükleyip durur...

Bizim yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in Nisa Suresi’nin 65’inci ayeti şöyle emrediyor:

Hayır, rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu kabullenmedikçe ve boyun eğip teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”

Madem ki geçmişimizin, yani aba ecdadımızın yaşadıkları şerefli cihad ruhuyla, İslamiyet’i yayılımcı bir güç haline getirerek, dünya keferetül fecerelerini susturabilmişlerdir.

Ve kendi dahili siyasetine dayanarak da toplumsal barışı ve sulhi umumiyi de gerçekleştirmiş birer ilim irfan timsali olarak dünyaya meydan okumuşlardır.

Cehalet ve mezalim unsurlarıyla hiçbir zaman barışık olmamışlardır.

Zira o büyük insanların kirli oylara ihtiyaçları yoktu ki…

İslamın ve imanın onlara vermiş olduğu İslam şuuru ve iman nuruyla adımlarını atarak el ele kol kola yürümüşlerdi.

İşte 1070’li yıllardan 1167’lere kadar Roma İmparatorluğu’nu yani Bizans’ı  her alanda yenmişler ve İslam’ın bayrağını her tarafta dikmişlerdir.

Hem de ne Türk, ne Kürt, ne de Arap ünvanıyla.

Zaten o ırkçılık belasından fersah fersah uzak durmuşlardır.

Ancak uhuvvet ve kardeşlik gerçeğiyle tanışmışlardır.

Markaları o olmuştur ve o markalarını bütün dünyaya tanıtabilmişlerdir.

O markalar sapasağlam bir marka, terutaze bir markadır.

Oy için kirli insanları baş tacı etmemişlerdir, hele hele hain rantiyecilere de herhangi bir şans vermemişlerdir.

Peki bugün nasıl oluyor da; “Batıya ve Batıla” odaklı yaşamın cenderesinde, boğulur hale geldik....

Kendimizi de, siyasetimizi de, sistemimizi de sorgulamamız lazım...

Neden, maneviyatı bırakıp, maddeye tapar hale geldik..

En derin sevgi ve saygılarımla…