ADALET, HAYATIN TEMEL NİZAMIDIR!? (II)

Evet, sevgili okurlar.

İki gündür sohbetimize başlık olarak kullandığımız gibi “Adalet, hayatın temel nizamıdır, ana esasıdır ve dayanak noktasıdır.”

Adalet, rastgele herkesin dilinde pelesenk olmuş bir kavramdan ibaret değildir.

Olmamalıdır da!..

Burada adaleti ele alırken gerek kelime itibariyle ve gerekse mana itibariyle bir açılıma tabi tutmak durumundayız.

Adaletin açılımı “ADL” kaynağından gelmektedir...

Kelimeyi açılımıyla ele alırsak, “adlen, adaleten ve madileten” mastarından gelmektedir...

Osmanlıda adaletin kaynağı bu üç harften oluşmaktadır..

“ADL,,,”

İstikametli yollarda yürümek için; doğru olmak, doğru davranmak, doğru yürümek gerekir!…

Tarafsız, yansız ve bağımsız, hiçbir şeye bağımlı olmama kaydıyla hüküm vermektir…

Mesela “terazide adalet” deyince, terazinin iki kefesinin de bir ve eşit olması gerekir...

Biri diğeri üzerine tercih edilirse işte orada, adalet dengesi bozulmuş olur.

Bunu derken, adalet ve hukukun temel kaynağından bahsediyoruz.

O da adalet terazisinin yansız ve bağımsız olarak durmasıdır.

Eğer ki “adli ve adaleti kullanıp da inhiraf edilirse, o doğruluktan, istikametten saparsa veya hukuk adını kullanarak hukuku tanımazsa” burada adalet kelimesi manasından saptırılmış olur...

Ki bu da hem kelimenin gerçeğine, hem de manasına hakarettir ve ihanettir.

Bilimsel açıdan düşünürsek, ilme ve bilime de ihanettir.

Biz burada bunları söylerken, amacımız yıllardan beri devletimizin uyguladığı mevcut hukuk sistemini ele almaktır...

Demokrasiden bahsediyoruz.

Dolayısıyla adaletten bahsediyoruz.

Kelime telaffuzu, evvelallah herkesin ağzından düşmüyor.

“Adalet istiyorum” denilip duruluyor.

“Hukukun üstünlüğünü istiyorum” denilip duruluyor.

Ama iş uygulamaya gelince, mevcut sistem bunu taşımamıştır, taşımamaktadır ve bundan sonra da taşıyacağa da benzemiyor.

Nitekim hal-i âlem orta yerde...

Evet, “adalet” kelime itibariyle dillere pelesenk olmuş..

7’den 70’e herkes; “hükmünü” arıyor...

Allah aşkına!

Sormak gerekmez mi; “adalet” nerde?..

Sorumuzu soralım, cevabını da kendimiz arayalım..

Yanıt zor?...

Sorum şu...

Türkiye Cumhuriyeti devletinin yüz yıldan beri adalet, hukukun, hukuk inancının temel ilkelerine dayalı olarak, nerede ve hangi mekânda kullanılmıştır veya kullanılmaktadır?

Ve tabi ki; hukukun üstünlüğü, Adalet Bakanlığı mekanizmasında kullanılıyorsa eğer, bunun kaçta kaçı, adildir!...

Maalesef...

Çünkü mevcut sistem, hukukun içine girmiş, hukuku içten vurmuş, hukuk kelimesinin ortasından harfleri düşürmüş, sadece hukuk yerine “ukuk” kalmış, “gukuk” olmuş ve daha başka neler neler?…

Kelimeye dolgu yapma imkânı da kalmamıştır...

Zira adalet olmadığı gibi hukukun üstünlüğü de zaten göç edip gitmiş...

* * *

Şu iş mahkemelerine bakalım.

Allah’ım, ya Rabbim, bu ne hal bu ne perişanlık demekten başka bir şey bulamıyoruz.

Hukuk o kadar çiğneniyor ki, maazallah!...

Özellikle, bazı iş mahkemeleri ve iş mahkemelerinin bazı yargıçları; işçiyi istismar eden, savunma erki adı altında bazı baroların bünyesinde oluşan siyah cübbeli Avukatların sinsi hikâyeleri paralelinde karar vermeleri, gerçekten çok düşündürücüdür.

Hele hele dosyaların havale edildiği bilirkişi sektörü de çok düşündürücüdür.

Çok düşündürücü olduğu kadar da hukukun ayıbıdır ...

Dünya hukuk literatürüne karşı hukuku küçük düşürmektir...

Hukuku ve hakkaniyeti çiğneyip geçme cesaretidir.

Sözde “davacı” kisvesine bürünmüş sözde “işçi” kavramını kullanıyor.

İşveren çevrelerini töhmet altına alarak “ne kadar para kopardıysam” düşüncesine giren, savunma tarafında bulunan bir lobiyle nasıl bir işbirliği içinde oldukları, çok düşündürücüdür.

Yargıda derin yaralar açıp, zarar vericidir.

İş dünyasıyla işçi dünyasını birbirine düşürme ve hatta öyle bir hal almış ki bazı terör örgütlerinin yandaşları tarafından sadece iş çevrelerinden para koparma anlayışıyla bu işçi kisvesine bürünmüş yapılar söz konusu...

Anlamak zor...

PKK ve KCK’da isimleri geçen o sözde savunma avukatlarına, mahkemeler nasıl inanıyorlar?...

Yargıçlar nasıl onların lehine karar verebiliyor?

Doğrusu bir türlü işin içinden çıkılamıyor.

Düşünün, o kadar tarafgirlik var ki, adalet cübbesini yeminini, hukuku ve adaleti “yerlerde” süründürüyor...

Büyük bir hakarettir.

Şablonlaştırılmış ifadeler ve sonradan tedarik edilmiş uyduruk şahitlerle, kesin delil niteliğinde olan devletin resmi belgelerinin çürütülmesi de ayrı bir garabet durum...

İş davalarına ait dosyaların yüzde 90’ı aynı bu tarzda ikmale getiriliyor..

Biz burada gerçekleri hiç çekinmeden söylüyoruz ve söylemeye de devam edeceğiz.

Ta ki Adalet Bakanlığı’nın, HSK’nın ve Yargıtay’ın dikkatini çekene kadar..

Her fırsatta bunları dile getirmek zorundayız.

Zira Hafız-i Şirazi isimli ermiş zat, kendi divanında şöyle diyor;

“Ey Hafiz!

İçki istiyorsan içki iç, sarhoş ol, yalakalık yap, ama hiçbir zaman kendi geleceğin için, çıkarların için kutsal olan kavramları kötüye kullanma..!”

İslam’ın hukuksal kavramları, günümüzdeki çağdaş rantiyeci hegemonya uğruna “adalet ve hukuk” gibi kutsal kelimeler, yanlış kullanılmaktadır..

Yanlış uygulanmaktadır...

Bu da, en tehlikeli haldir ve gerçek dışı bir yaşam tarzıdır.

Diğer bir deyimle mutlak bir cehalettir ve vurdumduymazlıktır.

Evet, dünyanın varlığı üzerine istikamet etme hali; hukuku, adaleti, devletin gerçek terazisinde tutmakla mümkündür..

Bu olmadığı takdirde devlet gerçekleri görmezden gelerek büyük bir inhirafa, sapmaya, yoldan çıkmaya mahkûm kalır.

Kendini oradan da kurtaramaz.

Ama hiç unutmayalım ki Osmanlıyı cihanşümul bir devlet olmaktan çıkarıp, yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya bırakan gerçek, adaletten sapmadır, dinden inhiraftır, inanç ve doğruluk silsilesini bir kenara itmektir...

Yani bağlı bulunduğu İslam ipini elden bırakmaktı..

Ve bir daha da bir araya gelip “o ipi” tutma imkânı bulamadı...

Onun için bu ipe yeniden sarılmamız gerekir..

Bu itibarla gerçekleri söylemek zorundayız.

Yazmak zorundayız.

Zira bizi bekleyen yeni nesil ve gerçek okurlarımızla hasbıhalimiz hep bilimsel olma şeklinden ibarettir.

Herkesi bilinçlendirmek üzere yola çıktık ve bu yolda devam edeceğiz.

Onun için güzel bir gül kokusunu almak isteyen insan, elbette ki o gülün çubuğundaki dikene de katlanmak zorundadır.

Mademki güzel bir gül kokusu almak istiyorsun.

O gülün çubuğundaki dikenlerin parmağına batmasını da peşinen kabul edeceksin.

Bu itibarla biz de tüm gerçekleri çekinmeden dile getiriyoruz.

Velev ki zülfüyara dokunulsa da.

En derin saygı ve sevgilerimle.

HAYIRLI CUMALAR