BÜYÜK MEZOPOTAMYA!?

Evet, sevgili okurlar.

Bugünkü sohbetimize başlık olarak kullandığımız “BÜYÜK MEZOPOTAMYA” ifadesi, elbette ki çok anlamlıdır ve geniş kapsamlı bir kavrama sahiptir.

“Yüce İslam dini hiçbir kirli amaca alet edilemez” başlığı altında yazılan iki günlük yazı serimiz, inanın çok büyük yankıya vesile olmuştur...

Denir ya, mesaj adresi bulmuştur...

Dostları çok sevindirmiştir…. Hainleri de çıldırtmıştır.

***

Hiç tartışmasız ki, “Büyük Mezopotamya” coğrafyası çok eskilere dayanmakla beraber, İslam’ın malıdır.

Haçlıların değil...

Ne kadar isim ve kavramların gölgesine girerlerse girsinler, bu coğrafya İslam’ın malıdır.

Dicle Nehri de İslam’ın malıdır.

Her ne kadar “Tigris” kelimesini “Dicle”ye teşmil ediyorlarsa etsinler, Tigris onların aba ecdatlarını kesinlikle geri getiremez.

Yeni bir Ermenistan’ı bu coğrafyada kurduramazlar.

Zira başta Sümerler olmak üzere, Akadlar, Asur ve Babil gibi gelen giden kavimler bu coğrafyada yaşamışlar.

Bu coğrafyanın gereğinde her çeşit kavim, her ırktan, her dilden, her renkten insanlar burada yaşamışlardır.

Özellikle bu coğrafyada...

Dicle ve Fırat Nehri arasındaki bölgelerde yaşayan kavimlerin içinden çok büyük Peygamberler çıkmıştır.

Keza Firavunlar ve Nemrutlar da çıkmıştır.

Başta Hz. İbrahim dahil olmak üzere Hz. Musa ve Hz. İsa gibi son olarak son Peygamber,  Hazreti Muhammed (S.A.V) olmak üzere birçok Peygamberi bünyesinde barındıran bereketli ve uğurlu bir coğrafyadır buralar!!!.

Efendimiz (S.A.V), her ne kadar Arap Yarımadasında doğup büyümüşse de bu coğrafyada da İslam bayrağını dalgalandırmıştır.

Bu coğrafyada bugün olduğu gibi geçmişlere yönelik de içinden çıkan ve Allah’ın birliğine inanmayan bazı kavimler, kendi kirli amaçları doğrultusunda çalışmışlarsa da bir şey elde edememişlerdir...

Ki, başaramamışlardır...

Zira galibiyet, o dönemlerde yaşayan Peygamberlerin olmuştur.

Nice Firavunlar, Nemrutlar ve daha nice şeytan kılığındaki münafıklar, emellerine kavuşamamışlardır...

Çünkü kimse onlara yüz vermemiştir.

Bilindiği gibi Nemrut, bir sivrisineğin burnundan girip beynine ulaşarak beynini çürüterek, onun ölümüne neden olmuştur...

Ama ateş kendi yakıcı olan fıtrat kanunuyla ters düşerek Hz. İbrahim’i yakmamıştır.

Ona göre herkes kendine çekidüzen vermelidir.

Başta ifade etmeye çalıştığım gibi toplumlar, tarih boyunca kader-i ilahi olarak diyebiliriz ki hakla batılın çarpışa gelmesi yüzünden daima önemli bazı coğrafyalar, kirli menfur güçleri de bünyesine taşımıştır...

Peygamberan-i izam gibi nice kurtarıcı önemli büyük insanları da yaşatmıştır.

Ve o insanlar Peygamberler tarafından yetiştirilmiş ve Allah tarafından birer mürşit olarak kurtarıcı birer insan olarak hayatlarını biçimlendirmişlerdir.

Ve o Peygamberan-i izam hiçbir zaman davasından taviz vermemişlerdir....

Korkmamışlardır.

Gereken yerde hayatlarını feda etmişlerdir.

O dönemdeki insanlar ruh ve canını, küfür hegemonyasına ezdirmiş olabilirler ama sonuç itibariyle onlar Peygamberlik sıfatıyla daima galip gelmişlerdir...

Mağlup olan yine küfür ve inkâr sistemleri olmuştur.

Nam, şeref, adres illaki o Peygamberan-i izamın bulunduğu adresler olmuştur.

Küfre dayalı inkârcı sistemler yok olmaya mahkûmdurlar.

Ama ne yazık ki hala da bazı insanlarımız onlara inanıyorlar.

Zann-ı galip denilen kamuoyu çokluğu vasıtasıyla öyle inanıyoruz ki bir gün bunlar da çürüyüp, yıkılıp gideceklerdir.

Yine sapasağlam kalan, İslam davası ve Müslümanlar olacaktır.

* * *

Sevgili okurlar.

Tüm bu anlattıklarımıza ışık tutan, aydınlatıcı gerçek şudur ki kirli hegemonya nerde olursa olsun geçicidir ve aldatıcıdır.

Velev ki aynı coğrafyadaki tüm güçlerini kendi taraflarına çekseler bile.

Öyle inanıyoruz ki başarının sırrı yürekliliktedir, cesarettedir, mertliktedir ve insan cibilliyetine uygun yaşam halindedir..

***

Bakınız...

İstiklal Marşımızın banisi merhum Mehmet Akif Ersoy, korkudan uzak durmak için şöyle diyor;

“Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;

O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.

Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.

Doğacaktır sana va'dettigi günler hakk'ın...

Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.”

***

Akif’in bu güzel mısraını her inanan toplumun kendine şiar edinmesi gerekir.

Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de geçen “emr-i maruf ve nehy-i münker” toplumların iki kesimini anlatıyor.

Ya hakka hakkaniyete bağlanacaksın, ona gönül vereceksin, o paralelde yaşayacaksın.

Veyahut da tam tersine kirli, dumanlı, küfür ve nifak atmosferinde yürüyeceksin ki o da insanlık için en büyük badiredir.

Fazla yaşama şansı da yoktur.

Bu itibarla tarih boyunca “Büyük Mezopotamya” coğrafyası haçlılara değil, Siyonistlere değil, kirli emperyalist güçlere değil, terörist Ermenilere değil, daima Peygamberlerin temsil ettiği “tevhit inancı” paralelinde misafirperverlik yapmıştır.

Nice Peygamberler ve Evliyalar vasıtasıyla bu coğrafya pırıl pırıl ve temiz bir coğrafya olarak yaşaya gelmiştir ve böyle de devam edecektir.

***

Akif’in dediği gibi;

“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;

O benimdir, o benim milletimindir ancak.”

***

İşte “Büyük Mezopotamya” coğrafyası o Peygamberan-i izamın hayat verici bir yaşam şeklidir.

Mücadeleleri de bu yönde gerçekleşmiştir.

Onun için bu coğrafyada yaşayan insanlara yine Akif’in hitabı şöyledir;

“Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.

Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.

Doğacaktır sana va'dettigi günler hakk'ın...

Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.”

***

Bu itibarla kirli ideolojilerin bu coğrafyayı kendi potansiyelinden çıkarıp, yeni bazı potansiyellere hamile kılmaya çalışmaları, bize göre insanlık cibilliyetine aykırıdır.

Ve fıtrat kanunu bunu kabul etmiyor.

Sonuç itibariyle diyoruz ki;

Bu “Büyük Mezopotamya” coğrafyası; Peygamberlerin, Sahabelerin, Şehitlerin barınakları olmuştur ve hala da devam etmektedir.

Bu coğrafyayı kirli ellerin, inkârcı anlayışların, şovenist faşizan Zerdüştlerin ve şeytana tapan Yezidilerin kirli emellerine kamu vicdanı bugüne kadar teslim etmemiştir ve bundan sonra da etmeyecektir.

Haçlıların kirli emelleri paralelinde savaş meydanı haline getirip, masum insanların kanını dökmesine izin verilmeyecektir.

Onun için Bediüzzaman Hazretleri, tüm âlem-i İslam’a seslenmiş ve şöyle uyarıda bulunmuş;

“Ey âlem-i İslâm! Uyan, Kur’ân’a sarıl, İslâmiyete maddî ve manevî bütün varlığınla müteveccih ol.

Ve ey Kur’ân’a bin yıllık tarihinin şehadetiyle hadim olan ve İslâmiyet nûrunun zemin yüzünde naşiri bulunan yüksek ecdadın evlâdı!

Kur’ân’a yönel ve onu anlamaya, okumaya ve onu anlatacak onun bu zamanda bir mu’cize-i manevîsi olan Nur risalelerini mütalâa etmeye çalış. Lisanın Kur’ân’ın âyetlerini âleme duyururken, hal ve etvar ve ahlâkın da onun manasını neşretsin, lisan-ı halin ile de Kur’ân’ı oku. O zaman, sen dünyanın efendisi, âlemin reisi ve insaniyetin vasıta-i saadeti olursun.”

***

Bakınız, çağımızın o büyük İslam âllamesi bize nasıl tavsiyelerde bulunuyor ve bizi nasıl uyarıyor..?

Yoksa üç beş tane baldırıçıplak terör odaklarına hedef olup, kul köle olmaktan Allah bu milleti muhafaza eylesin, korusun.

Bundandır ki Bediüzzaman diyor ki;

“Birtek gayem vardır: O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâmın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücâdele ederek gençleri ve Müslümanları imana dâvet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedemle inşaallah Allah huzuruna girmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da, korkarım ki bolşevikler olsun. Bu iman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız, el birliğiyle, komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına, Allah’ın birliğine hizmet edeyim.”

En derin saygı ve sevgilerimle.