İSLAM DÜNYASININ HIZLA SEKÜLERLEŞTİRİLMESİ..!! (II)

Evet sevgili okurlar..!

Ne yazık ki, İslam dünyası “hızla” sekülerleştiriliyor...

Laikçilik anlayışıyla, “ümmet” dinsizliğe sürükleniyor...

Farklı argümanlar kullanılarak, içteki ve dıştaki emperyalist güçlerin ortaya koyduğu “seküleştirilme” planı, İslam dünyası için “rastgele” hazırlanan bir tuzak değildir...

Bugün dünyayı yöneten “Emperyalizmin” gizli örgütlerdir.. Ki, bu örgütler İslam ülkelerinde “cirit atmaktadır” istedikleri faaliyetleri, sorunsuz olarak, yerine getirmektedirler...

Evet, bu gizli örgütlerin ana kaynağı da hiç tartışmasız ki Siyonizm’dir....

Siyonizm, Haçlı dünyasının içerisinde kök salmış bir yapı olarak, yer küresinde kurduğu ve kurdurduğu “locaların” gölgesinde, yayılmaktadır...

Özellikle, İslam dünyasına “küfür sistemlerini” enjekte edip, “seküler yaşamı” benimseten gizli mahfelerin işbirliğiyle kurulan; “Mason” locaların merkezinden yönetilmektedir...

Temel hedefi de, İslam ülkelerine, ümmetine “dinsizliği” adapte etmektir...

Gaye, küfür sistemlerine köle etmektir..

Ve bunların da ana kaynağı olan “ekonomik güçte” Yahudi sermayesine dayalı ABD dolarıdır..

Bu gizli örgütler bugün değil, yüzyıllardır üreme yapıyor...

Nitekim, Siyonizmden doğan Masonların aktifliği, 19. Yüz yıldan başlıyor...

Mason localar Fransa’dan tertipleniyor...

İngiltere vücut bulup, strateji alıyor...

Sonra, Fransa ve İngiltere destekli; Osmanlı’nın içine sızan bir yapı olarak, tarihe not düşmüştür...

Ki, Osmanlı’dan da Mısır’a yayıldı…

Gerek Mısır ve gerekse diğer İslam ülkelerinde “locaların” emir komutasını elinde tutan İngilizler ve Fransızlar dönemsel olarak; “idareyi” ellerinde tutmuşlardır...

Biri yoruldu mu, diğeri kumandayı alıyor...

Sonuç itibariyle, “Mason localarının” varlığı ve insanların nüfuzlu yapılarak, buralarda kayıt altına alınmaları, “rastgele” bir oluşum ve mekanizma değildir...

Evet!

19. Yüzyılın ilk çeyreğinden başlamak üzere Osmanlının Mısır’a gönderdiği valiler ve yöneticiler; bu oluşumun birer parçalarıydı....

Ki bu oluşumun başını çeken de dönemin taşeronu Mehmet Ali Paşa idi...

Bu taşeron paşa, gah İngilizlerle, gah Fransızlarla işbirliği yapıyordu..

Osmanlı anlayışını ve faaliyetlerini tek kelimeyle İslam hilafetini temsil eden o büyük devletin varlığını tozlu raflara bırakmıştı...

Haçlı emperyalistlere adeta köle olarak çalışıyordu..

Gerek Mısırlı Müslümanlardan, gerek Osmanlılardan olsun, kölesi ve biat ettiği “Mason localarının” himayesi altında, büyük çaplı eleman yetiştirildi..

Ve böylece İslam topluluğu içerisinde “Siyonizm’in” her alanda “söz sahibi” olarak, kendini idame etti..

O günden buyana, İslam Dünyasını kasıp kavuran “bu gizli örgütlerin” üreme merkezi, bu localar olmuştur...

Nitekim, Sultan Abdülmecid’i çocuk yaşta tahta oturtup onu yönlendiren o locaların mensuplarından  biri de Cüce Mustafa Paşa adlı taşerondu... Ki Padişah adına Gülhane Hattı Hümayun Fermanı’nı yayınlayan oydu..

Ve o fermanın yayınlanmasından sonra Osmanlı her gün biraz daha Batılaşma adı altında gerilemeye devam etti...

Ne teknolojik olarak, ne sanayi olarak Batılaşamadı..

İnanç, kültür ve medeniyet noktasında; “Batılılaştı?”

Batılaşa batılaşa netice itibariyle, battı!...

Laikçilik, sekülarizm gizliden gizliye Osmanlının bünyesinde kendine yer edindi...

Özellikle Selanik dönme Yahudileri ile Ermeni devşirmeler ve Jön Türklerde, hızlı bir şekilde, Osmanlının içinde kök saldı...

Irkçılık, Turancılık, Kavmiyetçilik damarını taşıyan bir güruh, satılmış insanlar, sinsi bir organizasyonla Sultan Abdülhamid’e karşı saf bağladılar...

İttifak ettiler...

Ve bu içi ayrı, dışı ayrı, halk deyimiyle “sağ gösterip sol vurma” organizasyonuyla; kurulan ittifakla İttihat Terakki Partisi kuruldu...

Akabinde, Osmanlı’yı çökerten “planlar” bir bir devreye sokuldu...

1908’de II. Meşrutiyet’i kuruldu...

1909’da Sultan Abdülhamit tahttan indirildi...

Sonrası, Osmanlı kendini savaşlardan kurtaramadı...

Ta ki Cumhuriyet kuruluncaya kadar.

Aslında Cumhuriyetin kuruluş anlamı tümüyle parlak, makyajlı, süslü püslü giydirmelerden ibaretti...

Ama topluma kabul ettirildi...

Çünkü sonradan, denir ya “kep düştü, kel göründü” misali dış mihrakların plan ve projeleri paralelinde kurulan Cumhuriyet, toplumun karşısına çıktı...

 Cumhursuz bir Cumhuriyet..

Türkiye Cumhuriyeti insanı bir türlü kendini, “ortaya konulan” o anlayışla, bağdaştırmadı...

Kabullenmedi...

Çünkü kavram olarak taşıdığı mananın yerine, bambaşka mana üreten, bir anlayış ve fikir söz konusu oldu...

O da, Cumhuriyet Halk Parti’nin masonik localardan almış olduğu altı oklu amblemin muhtevasıydı...

İşte bu muhtevayla Türkiye yönetilmeye çalışıldı...

İdare etmeye çalışıldı...

Halkın arkasında olmadığı bir Cumhuriyeti ikmale getirerek, Cumhuriyet’in “fazilet” ruhunu, yok ettiler

Nitekim, Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarından itibaren, çeyrek asır ülkede “iç çatışmalar” yaşandı...

Ve bu çatışmaların adına da ne hazindir ki İç Anadolu’da, Doğu Anadolu’da ve Güneydoğu Anadolu’da “isyan” denildi..

Lakin “isyan” değildi... Yaşanan ve yaşatılan mezalimi kabullenmeyen, çekemeyen, içine sindiremeyenlerin, tepkisiydi...

Ta ki 1950’lere kadar; devam etti.

Demokrat Parti kuruldu...

Ama ne yapacaksın?…

Halkın dizginini eline alan anlayış hiçbir zaman İstiklal Savaşımızdaki mücahitlerin çalışma stiline uygun bir yönetim benimsemedi...

Türkiye tümüyle varlığından, tarihinden, ahlakından, imanından, kültüründen uzaklaştırıldı...

Milli eğitim camiasındaki harf inkılabı...

Büyük bir kültür emperyalizmine döndü...

Toplum aldatıldı..

Dayatma kanunlarla yönetilmeye çalışıldı...

Evet, bunlar tarihi gerçeklerdir...

Ki, kimse kusura bakmasın…

O günün Anadolusunda Osmanlının yetiştirdiği ulema ve meşahir kesimlerin dikkatini çekmişti; ülkede olup-bitenler...

O büyük sarıklı mücahit kahramanlar da halkın dikkatini çekerek, hakikatleri haykırmıştılar

Nitekim Bediüzzaman Hazretleri Afyon Hapishanesi’nde bile halka seslenerek şöyle diyordu...

 “Birtek gayem vardır: O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz.

Bu ses, âlem-i İslâmın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücâdele ederek gençleri ve Müslümanları imana dâvet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedemle inşaallah Allah huzuruna girmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur.

Beni bu gayemden alıkoyanlar da, korkarım ki bolşevikler olsun. Bu iman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir.

Beni serbest bırakınız, el birliğiyle, komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına, Allah’ın birliğine hizmet edeyim.”

Bakınız sevgili okurlar!

Bu ümmet nerden nereye geldi ve nasıl arkadan hançerlendi..

Onun için yine Üstad Bediüzzaman hazretlerinin ikinci bir uyarısına bakarsak İslam ümmetine şöyle seslenmiştir kendileri:

“Ey âlem-i İslâm! Uyan, Kur’ân’a sarıl, İslâmiyete maddî ve mânevî bütün varlığınla müteveccih ol!

Ve Ey Kur’ân’a bin yıllık tarihinin şehadetiyle hâdim olan ve İslâmiyet nurunun zemin yüzünde nâşiri bulunan yüksek ecdadın evlâdı! Kur’ân’a yönel ve onu anlamaya, okumaya ve onu anlatacak, onun bu zamanda bir mu’cize-i mânevîsi olan Nur Risalelerini mütalâa etmeye çalış.

Lisanın, Kur’ân’ın âyetlerini âleme duyururken, hal ve etvar ve ahlâkın da onun mânâsını neşretsin; lisan-ı hâlinle de Kur’ân’ı oku. O zaman sen, dünyanın efendisi, âlemin reisi ve insaniyetin vasıta-i saadeti olursun.”

Bir de Milli Mücadele kahramanlarından ve İstiklal Marşımızın bânisi merhum Mehmet Akif’in bu çağrısına da bakalım:

“Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alır ilhamı,

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı...”

En derin sevgi ve saygılarımla...

Devamı yarın…