ŞEHİT KANLARIYLA SULANAN AZİZ VATAN!?

Evet, sevgili okurlar.

Dünkü yazımızda “SAPIK ANLAYIŞLARI DOĞURAN DEMOKRASİ!?” ifadesini başlık olarak kullanmıştık.

Bugünkü sohbetimize ise, “ŞEHİT KANLARIYLA SULANAN AZİZ VATAN” ifadesini başlık olarak kullanıyoruz...

Ki bugünkü başlığımız, bir nevi dünkü başlığımızın tefsiri durumundadır.

Gerçekten üç çeyrek asırdan beri diyelim, mevcut demokrasi kavramı, resmi ağızların dilinden düşmüyor...

Tespih tanelerinin çekildiği zikir gibi...

Sabah, akşam dillendiriliyor..

Ama içi boş bir kavram...

Çünkü “demokrasi” denilen kavramı, “cevizin içindeki kurtlar” misali, çürütüp, atıl hale getirdiler...

Nitekim, bu sahte içi boş demokrasi kavramının Türkiye’ye getirdikleriyle götürdüklerini karşılaştırırsak, ortaya çıkan vahim bir tablo söz konusu..

Götürülen getirilenden daha çok ağır basıyor...

Ama ne yazık ki tüm bu gerçeklere rağmen hala da mevcut anayasa, vesayetçilerin anayasasıdır.

12 Eylül deyip en ağır balyozla vuruyoruz.

Ama bir türlü bütünlüğü devletin bünyesinden silinmiyor.

Keza 28 Şubat.

Hep yazıyoruz, çiziyoruz.

Siyaset dili kullanıyoruz.

Hain ilan ediyoruz.

İki gün önce 28 Şubat’ı gerçekleştiren 13 generalin apoletlerinin sökülmesi, Genelkurmay Başkanlığınca sıfıra indirilmiş olması, elbette ki topluma büyük bir haz vermiştir, mutluluk getirmiştir.

Ama ne yazık ki devletin bünyesinde yaşayanlar, çalışanlar, ülke insanlarının, yani milletin alın teriyle dökülen vergilerinden oluşan bütçeler, hep aynı batıla inananların iaşesine veriliyor, pay ayrılıyor, bütçe sağlanıyor...

Burada bize göre çok büyük bir çelişki var.

Bu çelişkiler içerisinde en yıkıcı tehlike de kamu kurum ve kuruluşlarının bünyesinde yaşayıp çok önemli mesafe alan, gerek ana muhalefet partisinin mensupları olsun ve gerekse o anlayış içerisinde yaşayan medya ve medyanın bazı önemli unsurları olsun.

Ve gerekse de iktidar partilerinin samimi olmayan mensupları olsun..

Hala da leş kargaları gibi ölmüş devlet cesedine hücum ediyorlar.

Ve vurdukça vuruyorlar, ölmüş cesedi daha da darmadağın etmeye çalışıyorlar.

Peki, bu leş kargaları kimlerdir?

Bize göre bu leş kargaları, haçlı emperyalizmin, Siyonizm’in, Sekülarizm ve Kemalizm anlayışının birer satılmış köleleridir.

Haramzadelerdir.

Hıyanet şebekeleridir.

Onun için laikliğin perdesi altında İslamofobi’yi besliyorlar.

İslam’ı en büyük tehlike olarak görüyorlar.

Milletin imanıyla, inancıyla, Kur’anıyla, kıblesiyle, giyim kuşamıyla oynadıkları yetmiyormuş gibi büyük bir düşmanlık besliyorlar.

Hele hele iffet timsali olan Müslüman hanımların çarşaf ve peçeleriyle uğraşıyorlar.

Hayâ duygusu ruhi derinliklerinde bulunmadığı için, birer utanmaz durumunda olan bazı sekülar kadınlar, televizyonlara poz vererek, gece yarısına kadar programlar içerisinde kadının hakkını, hukukunu savunuyorlar sözde.

Ama hiçbir zaman kadının kirlenmiş vücudundan, namusundan bahsetmiyorlar.

Tüm bu kirlenmiş, küfrün toz dumanı içinde kalmış kadın vücuduna gelen her ahlaksızlığı mubah görüyorlar...

Ve buna da kadın hakkı diyorlar.

Kadının hakkı ve özgürlüğü diyorlar.

Evet, bunlar kendi düşündükleri cihetle bir nebzecik de olsa inandıkları batıl yola devam etsinler denilebilinir.

Ama bize göre bunlar kadar tehlikeli olan da şudur.

Yıllardan beri muhafazakârlıkla geçinen siyaset, muhafazakâr halkın oylarıyla bir yerlere geldikleri halde, hiçbir muhafazakâr iktidar ne yazık ki bu batıl anlayışa karşı samimi bir mücadele vermemiş veya verememiş veya da vermek istememişlerdir..

Halk sizi iktidara getirdiği zaman sizin ilk parolanız ve mesajınız; İslamiyet’in ana hukukunu millete yaşatmaktı, herkes özgürce inancını yaşayabilsin, camiler, cemaatler, medreseler, Kur’an kursları açılsın, tüm bunlarla beraber Kur’an misyonunu aksiyona çevirmekti...

Batıla inanan kefere-i fecerelerin köle kargalarına artık dur denilecekti?..

Zira halkın inancı bu beklentilerin ve hakikatlerin gerçekleşmesiydi...

Bu halkın arkasında Allah var.

Halk hak davayı savunuyor.

İşte bu kocaman millet, “muhafazakâr siyasi partileri” hep iktidara getirdi?

Ama gel gör ki, gelen iktidarlar hep bu halkı “ters” köşe yapmıştır...

Sadece kendi geleceklerini teminat altına almak için her şeyi mubah görmeye başladılar...

Laikçi kefere-i fecerelerin akıttıkları salyalara da ne hazindir ki “eyvallah” deyip, boyun eğmişlerdir...

İşte bu hal-i vaziyet, bu yendeki davranışlar insanı kahrediyor.

* * *

Bakınız, sevgili okurlar.

Yusuf Kaplan Hoca dünkü Yeni Şafak köşesinde neler yazıyor?

O deneyimli kalemin yazısından özetlemek suretiyle bir iki paragrafı sizinle paylaşmak istiyoruz.

Çarşaf ve Patrikhane: “Çelikten bir kale” olarak çarşafın anlamı ve önemi” başlıklı yazı şöyle devam ediyor.

Önce İzmir’de, sonra Edremit’te yaşanan çarşafın aşağılanması hâdisesi, öyle kolayca geçiştirilecek bir hadise değildir.

Çarşaf, bu toplum için Nene Hatun’lar, Şerife Bacı’lar demektir. Nene Hatun’lar, Şerife Bacı’lar ise o kavurucu kış mevsiminde, şehit kanlarıyla sulanan bu aziz vatanın leş kargalarına yem olmaması için her tür zorluğa göğüs geren, dağları, tepeleri aşarak bu ülkenin, düşmanların kirli çizmeleri tarafından çiğnenmemesi için çilekeş anaların verdiği istiklal ve istikbal mücadelesi demektir.

Biz bu toprakları kefere-i fecereye karşı niçin savunduk kanımızın son damlasına kadar?

Soru şu: Dün benim namusuma / örtüme, değerlerime el uzatan Avrupalı emperyalistlerin yapamadıklarını bu ülkede biz kendimiz kendi ellerimizle yapacak idiysek, bu ülkenin ruhunu oluşturan İslâmî ruhunu, İslâmî değerlerini ve sembollerini ayaklar atına alacak kadar aşağılanacak idiysek biz bu ülkede istiklal savaşını kime karşı ve niçin verdik ki?”

* * *

Bakınız, sevgili dostlar.

Yusuf Kaplan Hoca diyor ki “Avrupalı emperyalistlerin yapamadıklarını bu ülkede biz kendimiz kendi ellerimizle yapacak idiysek, bu ülkenin ruhunu oluşturan İslâmî ruhunu, İslâmî değerlerini ve sembollerini ayaklar atına alacak kadar aşağılanacak idiysek biz bu ülkede istiklal savaşını kime karşı ve niçin verdik ki?”

El hak.

Yusuf Hoca çok doğru söylüyor.

Katılmamak mümkün değil.

Eğer ecdatlarımızı, o Nene Hatun’ları, Şerife Bacı’ları, kara çarşaflarıyla haçlı emperyalizmle mücadele edenleri temsil edemiyorsak…

Yuh olsun bize...

Ne idüğü belirsiz, hayâdan yoksun, kendisini bir hayat kadını olarak gösteren görüntüsünden zevk alan ve laikçi geçinen kadına Türk kadını diyemeyiz.

Onun bildikleri, inandıkları ona olsun.

Ama hiçbir zaman namuslu, iffetli, birer hayâ timsali olan şerefli ailelerin giyim kuşamlarına dil uzatamazlar, el uzatamazlar.

Fazla uzatmaya gerek yok.

Kesinlikle İslam nurunun bu ülkeye yeniden gelip her tarafı aydınlatacağından hiç kimsenin kuşkusu olmasın.

Yeter ki biz hal ve etvarımızla, konuştuğumuz samimi dil ile yaşadığımız gerçek imanla İslamiyet’i temsil edersek, şüphesiz ki İslam nuru bu memlekette en yakın zamanda parlayacaktır.

Zira Üstad BediüzzamanHazretleri şöyle diyor;

Eğer biz ahlak-ı İslamiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalatını eylemlerimizle izhar etsek (yaşasak), sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslamiyet’e girecekler.

Belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslamiyet’e dehalet edecekler.”

İşte bize göre bu müjde yeter de artar bile.

Bakınız, Afganistan Müslümanlarının 20-30 yıldan beri verdikleri mücadele neticesinde bugün kahramanca bir şekilde ABD’yi ülkelerinden kovdular.

O haçlı çizmenin altında ezilen Afgan halkını kurtardı ve daha da kurtaracak.

Kadının yüceliğine, izzetine yakışır bir şekilde kadınları hak ettikleri yere koyacaklardır.

Yüce İslam şeriatının ana ilke ve kaideleri çerçevesinde bunu gerçekleştireceklerdir..

Hiç kuşkusuz olarak diyoruz ki;

Ümit varız.

Yeniden bu gençlik, bu toplum, İslam’ın berrak nuruyla tanışacaktır, kefere-i fecerelerin laikçi hizmetkârları da bu nurlu, şaşaalı görüntüyü istemeye istemeye seyredeceklerdir.

İnşallah diyoruz.

Ümit var olunuz diyoruz.

En derin saygı ve sevgilerimle.