SEKÜLER KEMALİST BİR HUKUK SİSTEMİNDE NELER OLUYOR?

Sevgili okurlar...

Takdir edersiniz ki, yıllar yılıdır bu köşeden, sizlerle hasbi hal içerisindeyiz...

Temel hedefimiz, devletimizin, milletimizin içerisinde bulunduğu girdaptan kurtulup, sağlam ve güvenilir yarınları yakalamasıdır..

 “Kilit ve çözüm isteyen” mevzuları, “dost acı söyler” düsturuyla irdeleyip, değerlendiriyoruz...

Tıkanmış bir sistem var ve bunun da, açılması ve aşılması gerektiğine inanıyoruz..

Ki, sizlerde zaten buna şahitsiniz.

Okuyorsunuz, inceliyorsunuz, izliyorsunuz.

***

Geçtiğimiz günlerde, rahmetli Uğur Mumcu’nun kaleminden derlediğim bir tespit vardı...

Malum, rahmetli Mumcu dobra bir insandı.

Doğruları, hakikatleri mevcut sisteme karşı hep kaleme alıyordu.

Haykıran bir sesti..

Ne yazık ki, gerçekleri söyleye söyleye ansızın bir sabah kapısının önünde, haince ve kalleşçe “suikasta uğradı..”,

Katledildi...

Hiç kuşkusuz ki, gerçekleri söylemek, öyle inanıyoruz ki yazarların, fikir adamlarının yegâne işi olmalıdır...

Özellikle medya adamlarının yegâne işi, kamuoyunu aydınlatmak olduğu için; “gerçekleri” her daim dile getirmelidir...

Doğruya doğru, yanlışa yanlış diyebilen her yazar için; gerçekleri ifade etmek, mutluluk verir..

Onur da, şerefte, “onun” kaleminden, ağzından çıkan “sözcüklerin” gerçekliğidir..

Yeter ki yazdıklarını topluma okutabilsin.

O gazeteler, o yazarların yazdıklarını okuyan, izleyen ve dinleyen okurlar için de tıpkı bir okulun sınıfındaki öğrencilere verilen günlük ders çalışması gibidir..

Gerçekleri öğrenmek toplumun temel inancı ve arzusudur.

Uğur Mumcu bir yazısında Türkiye vatandaşını şöyle tanımlamıştı..

 “İsviçre medeni kanuna göre evlenen,

İtalyan ceza yasasına göre cezalandırılan,

Alman ceza Mahkemeleri Usulü yasasına göre yargılanan,

Fransız idare hukukuna göre idare edilen ve...

İslam hukukuna göre gömülen kişidir.”

***

Sevgili okurlar..

Sanırım, Mumcu’nun bu tanımını, bir kaç kez daha, buradan alıntıyla aktarmıştım..

Denir ya, doğru söze ne denir?..

Saygı duymaktan başka..

Çünkü bu tanım ve içerdiği sözcükler rastgele, dizilmiş, yazılmış, kaleme alınmış değildir..

Gerçeği haykıran, sözlerdir..

***

Tarihe bakarsak...

1909’da kurulan İttihat Terakki Partisi..

Hiç tartışmasız, dışarıdan beslendi..

Kısa sürede de, Osmanlının “en kılcal” damarlarına nüfuz ederek, palazlandı...

Aktifleşti..

Neden...?

Çünkü, kullandıkları kavramlar tamamen “Osmanlı ve İslami” kavramlardı?..

Denir ya, “nabza göre şerbet...”

O günün, aktörleri bu konuda hayli eğitilmiş ve mahirdiler..

Ama zerre-i miskal; “samimi” değillerdi..

Ne millet, ne devlet, ne coğrafya onlar için; “anlam ve önem” teşkil etmiyordu?..

Varsa, yoksa onları besleyen “dış güçlerin”, emir ve komutası, onların nam-ı hesabına, faaliyet göstermekti..

İttihat Terakki Partisi, 1920’lere kadar, denir ya “yarım-yamalak” iktidarda kaldıysa da, sonrası yıkılıp gitti..

Tabı, onların o “dışa bağımlı” zihinlerine ait bayrak, Lord Curzon’un direktif ve talimatı üzerine; farklı bir el ve yapıyla, dalgalandırıldı?..

O da, “Cumhursuz” kurulan bir Cumhuriyetle, ikmal edildi..

Öyle ya...

İttihat ve Terakki Partisi, “şeriat istiyoruz, İslamiyet istiyoruz” diye yola çıkmıştı..

Ama; asıl amaç tam tersiydi..

İslam’ı ve ümmeti, bu topraklardan “söküp atmaktı?”..

Nitekim, Cumhuriyet kurulunca da, aynı politika benimsetildi..

Cumhuriyetin kuruluş şekli ve temel amacı da “topluma fazilet, hakikat ve meşruiyet kazandırmak”  toplumu yüceliklere götürmekti..

Ama, hiçte öyle değildi..

Tam tersi, bir anlayışla, fazilette, hakikatte, meşruiyette, toplum yücelikleri de; “tar-ü mar” edildi...

Yoksa, samimi olsalardı!...

Uhuvvet.. Yani Kardeşlik..

Müsavat.. Yani Eşitlik..

Hürriyet.. Yani Özgürlük...

Yani bu üç kavramı kendilerine samimi ve hakikat ölçeğinde düstur diye, “rehber” edinmiş olsalardı?..

Ne, Osmanlı dağılmış olurdu?..

Ne İslam coğrafyası, bölük-pörçük olurdu?

Ne, On milyonlarca kilometrekarelik vatan toprağı, 780 bin kilometreye düşmezdi?..

Ne Türkiye ve İslam dünyası, “siyonizm’in, emperyalizmin, ırkçılığın ve sövenizim”, cirit attığı alan olurdu?

***

Hasılı kelam; bu toprakların ve yaşayanların “yarası” çok derin ve sürekli de kanıyor..

Gelirsek, ülkenin hal-i hazırdaki en sıcak gündemine...

Gündemin, sıcaklığıyla yazımıza attığımız “SEKÜLER KEMALİST BİR HUKUK SİSTEMİNDE NELER OLUYOR?” ifadesi paralelindeki, yazı serimizden dolayı bir ekleme yapıyoruz..

Ve; “TÜRK ADALETİ NEREYE GİDİYOR?” diyoruz..

Malumunuz üzre!..

Anayasa Mahkemesi kısa süre önce, CHP’li Enis Berberoğlu ile ilgili; “hak ihlali” olduğuna dair, bir hüküm verdi...

Ki bu hükmü, Berberoğlu’nun “Bireysel başvurusu” üzerine verildi..

Tabi, İstanbul 14 . Ağır Ceza Mahkemesi.. Yani yerel mahkeme, “verdiği” kararında direnerek, “yeniden yargılanmasına gerek yok” dedi..

Anayasa Mahkemesi ve Yerel Mahkemenin kararında direnmesi; “siyasetin ve kamuoyunun” sıcak tartışılan mevzusu!...

Mevzu üzerinde, “fetva üretici” yazar ve çizerlerin konuştukları şayan-ı dikkattir..

Lakin, Anayasa Mahkemesi üyesi Engin Yıldırım’ın, Anayasa Mahkemesinin gece görüntüsünü paylaşarak “Işıklar yanıyor” diyerek, sosyal medyada paylaşımda bulunması da, ayrı bir garabet durum..

“Darbeyi ima” etme hali kabul edilemezdir..

Tehlikelidir..

Aynı zamanda, çok derinden derine de düşündürücüdür.

Sabah Gazetesi manşet atmış...

Diyor ki;  “IŞIKÇI YARGICA İSTİFA ÇAĞRISI”

Başlık yerli yerinde bir ifade..

Olması gerektiği gibi..

Çünkü, darbe sevicilerin “iştahını” açan bir tavır sergilemiştir Yıldırım...

Birileri ne diyordu;

Genelkurmay’ın “ışıkları” sönmüyor..

Genç subaylar rahatsız..

Bu ifade bize göre “bunları” zihinlerde canlandırdığı gibi; 15 Temmuz başarısız darbe teşebbüsünü yeniden, hortlatma gayretini taşımaktadır..

Halk sokağa dökülsün..

Her ne kadar meşhur Yargıç Engin Yıldırım geri adım attı, özür dilediyse de, “yanlış anlaşıldım” diye, bir geri adım söz konusu ise de; meram aktarılmıştır..

Milletin beklentisi nettir..

“Özür dilemek yetmez, istifa et.”

Bu zihniyetteki bir kişinin Anayasa Mahkemesinde ne işi var?

Yıldırım kimin adamı ve kimler adına konuşuyor?

Bu soruların akla gelmemesi mümkün değil.

***

Hatırlarsak!...

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Ramazan-ı Şerif’in ikinci gününde, bir hutbe irat etmişti..

Kur’an-ı Kerimden ayet okumuştu..

Dua etmişti..

O gün, Ankara, İstanbul ve Diyarbakır Baro Başkanları; “Ayeti ve yapılan duayı” içlerine sindirememişlerdi..

Erbaş’a karşı, bildiriler yayınlamışlardı..

Dahası, “suç duyurusunda” bile bulunmuşlardı..

Dile kolay, İslam ülkesinde “İslam hakikatlerinin” konuşulmasına tahammül etmeyen bir zihniyet türemişti..

Cumhurbaşkanı Erdoğan, “bu zihniyete” karşı harekete geçti..

Ve bir Baro değil, bir ilde birden fazla baroların kurulması gerektiğine, hükmederek, yasa çıkardı?

Keza Türk Tabipler Birliği..

Mevcut barolardan geri kalır yanı yok..

Kendini terör örgütü haline getirip, adeta terör odaklarının bir temsilcisi gibi beyanatlar veriyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türk Tabipler Birliğinin terör örgütleri tarafından ele geçirildiğini, Türkiye’nin en kısa zamanda bu ayıptan kurtulması gerektiğini söyleyerek, dikkatleri bu yöne de çekti..

“Türk ve Türkiye ismini hak etmeyen meslek kuruluşlarında bu imtiyazlarını derhal almalıyız...”

Bu çıkış önemli..

 “Meslek odası terörü destekler mi?”

Bu soruya cevap olarak da diyoruz ki işte bakın ortadadır.

İster istemez hal-i pür melalleri kendilerini ele veriyor sözde bu meslek kuruluşlarının.

Başta Barolar.

Hukuku temsil ediyor.

Türk Tabipler Birliği.

Sağlığı temsil ediyor.

Anayasa Mahkemesi ise hukukun temel ilkelerini temsil ediyor.

Ama tüm bunlara rağmen, ortada hiçbir şey yok.

Tam tersine söylemleriyle, düşünceleriyle büyük bir tahribat kalıbı gibi Türkiye’yi her an için manevi bombardımana tutma tehlikesiyle yüz yüze getiriyorlar?

* * *

Eğer Türk vatandaşı;

“İsviçre medeni kanuna göre evleniyorsa,

İtalyan ceza yasasına göre cezalandırılıyorsa,

Alman ceza Mahkemeleri Usulü yasasına göre yargılanıyorsa” o zaman Türkiye devletiyle milletiyle beraber başını iki elinin arasına alıp derinden derine düşünmelidir.

Biz ne idik ne olduk?

Neredeydik, nerelere düştük?

Gibi soruları kendine sormalıdır.

Seküler, Laikçi ve Kemalist bir hukuk sistemi, bir STK’lar topluluğu, daha neler neler?…

Darbelerden tutun da, İstanbul Gezi Parkı olaylarına kadar, 17-25 Aralık operasyonlarına kadar, 15 Temmuz başarısız darbe girişimine kadar.

Bir de belalı 28 Şubat ve kirli 27 Nisan e-muhtırası…

Bunları hiç ama hiç unutmayalım.

Bu inançsızlıklara, bu kirli teşebbüslere karşı Türk adaletini kullanmak isteyen, Türk toplumunu yanlış yönlendiren hain ve kirli odaklar ne yaparlarsa yapsınlar, illa ki kendilerini ele vereceklerdir.

Hak ettikleri, demokratik silleyi de yiyeceklerdir.

En derin saygı ve sevgilerimle.

Hayırlı Cumalar...