TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR?! (IV)

Sohbet serimiz devam ediyor! Bugün dördüncü faslı ikmal edeceğiz… Sorumuz sohbet başlığımızda, “Türkiye Nereye gidiyor?” Ne yazık ve hazindir ki “samimi ve ihlaslı” bir noktada, ne devleti yönetenler ne siyasilerimiz ve ne de eli kalem tutan, iki kelam edebilen yazar, çizer ve düşünenlerimiz, hakikati, ortaya koymuyorlar! Koyan var ise de, “kem, kümle” geçiştiriyor..

*

Ama bilinen bir gerçek vardır ki o da ülke ve millet olarak derin ve vahim şekilde belirsizliğe doğru sürükleniyoruz! Denir ya, “bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete?” İşte günlük hayatımız ve yaşam biçimimiz! Milli bir kural, kaide, usul, marifet, örf, âdet, gelenek, görenek var mı? Yok! Sürekli yozlaşan, devşirilen, inancından, kültüründen, medeniyetinden, uzaklaştırılan ve yabancılaştıran bir havayı soluyoruz!

*

Bilimsel olduğu kadar, ilmi değerlere dayanan veya dayatılan bir yaşam ahlakı yok! Mesnet, elle tutulur ve yaşanır bir hakikat söz konusu değil.. Rastgele, tesadüflere bağlı bir yaşam hali var… En vahimi de kanunlarımız, yasalarımız, anayasamız bile tüm mevcudiyetiyle, “milli ve yerli” olmanın ötesinde, bin senelik gelenek ve göreneklerimize, inancımıza ters! Hatta hasım diyebileceğimiz bir noktada duruyor…

*

Şu 1,5 asırlık zaman ölçeğinde, “toplumsal birliğin ve dirliğin” sağlanabilmesi için, milleti manevi yönde eğiten, öğreten, geliştiren bir mekanizma işletildi mi? Ya da bin yıllık kültürüyle tanıştıran, aba ecdadını tanıtan, onun rehberliğinde yürünmesi gerektiğini enjekte eden bir yönetim, söz konusu oldu mu? Kur’an-ına, Peygamberine ve diğer ulvi mukaddesatına eğilim veren, neslinin yetişmesine öncülük eden, oldu mu?

*

Ne yazık ki evet diyemiyoruz!.. Çünkü karşımıza kocaman bir “HAYIR” çıkıyor… Yani, hayırsızca tüketilen bir zaman, erozyona uğratılan bir toplum, değerleri unutturan bir kültür, asileştiren, asimile edilen, devşirtilen bir medeniyet… Velhasıl, fecaat bir durumdayız… Tabi mevcut halin tarihsel geçmişi, son 1,5 asırlık zaman dilimidir…

*

Hal bu iken demek ki ülke ve millet olarak bizi “gaflet ve dalalet” uykusuna daldıran, batı ve batıla dayalı anlayışlara karşı, artık uyanmamız gerekir! Dirilişe geçilmeli… Vahim bataklıktan kurtulma adına da arayış içerisine girilmelidir. Bunun rotası da bellidir… Ki aylardır da dile getirerek ifade ediyorum bu rotanın tek kurtuluş çaresi ve reçetesi “Kur’an-ı Kerimdir…”

*

Tarihimize bakmalıyız, coğrafya bütünlüğümüzü gözetmeliyiz, bin senelik kültürümüze, inancımıza, değerlerimize, kutsallarımıza sarılmalıyız! Anayasamız Kur’an-ı Kerim’den ilham almalı, yönetim biçimimiz Peygamber Efendimizin adaletiyle şekillenmelidir… 85 milyon insanımızın beklentisi ve talebi bu yöndedir!

*

Bu kitle, İslam dünyasından, inancından, değerlerinden ayrı bir yaşam biçimini, halini yaşayamaz… Çünkü Müslümandır. Camisi var, cemaatı var, kiblesi var, ezanı var... Beş vakit kılması gereken namazı var! 7’den 70’e kadar bu hali yaşayan bir Türkiye’nin inşa edilmesi gerekir… Hatta daha fazlasıyla artırarak imanla, İslam’la, Kur’an’la, aba ecdadın kültürüyle kendimizi ve milletimizi donatmamız gerekir…

*

Hep ifade ediyorum! Ki hakikat de orta yerdedir… Kur’an’la yaşayan bir millet, hiçbir zaman karanlığa, belirsizliğe mahkum olamaz ve de edilemez! Her daim aydınlığı görür, güveni, istikrarı, birliği, dirliği, barışı, kardeşliği, yardımlaşmayı, eşitliği, adil ve adaletli olmayı görür… Daima nurlu gelecekleri bekler.

*

Ama Kur’an’a sırt çeviren bir toplum haline getirildiği zaman veya gelmek istediği zaman da kendi varlığını kendi eliyle yok etmeye mahkûm olur. Ki 1,5 asırdır Türkiyemiz dahil olmak üzere coğrafyamızın ekseriyeti, İslam dünyası olarak böylesi bir girdaba mahkum edilip, kendi kendimizin sonunu getirmek üzereyiz! İşte İsrail’in Gazze’deki Müslümanlara yönelik giriştiği “soykırım…”

*

İslam dünyası, ketum kesilmiş durumda! Sadece izliyor… Oysaki bu milletin aba ecdadı hiçbir zaman böylesine “zulme, zalimliğe, vahşeti ve katliama” boyun eğmemiştir… Viyana kıyılarına kadar at koşturan ecdat gittiği her yerde, “adaleti” tesis etmiştir… Ama bugün biz onların evlat ve torunları olarak, ne yazık ki kendi içimizde “adaleti” sağlayamıyoruz! 

*

Nitekim hal-i âlem meydandadır. “Görünen köy kılavuz istemez” diyorlar ya.  Herşey orta yerde… Toplum yüz seneden beri birbirini yiyor, can pazarı var, helal yok haram çok. Cinayetler, kan dökmeler alabildiğine! Eee, adalet sağlanmadığı için, suçlu gereken cezai müeyyideye çarpılmadığı için; kısasa kısas olmadığı için; yaptığı yanına kâr kalıyor…

Adam öldürme ucuzluğu o biçim. Haksız yere kan dökmek o biçim. Faiz, zina, fuhuş, zulüm o biçim. Tüm bunlara karşı caydırıcı bir müeyyide söz konusu değil… Ne mahkemelerin bir hükmü var caydırıcı olarak, ne de cezai müeyyideler yerli yerindedir… Ne de İslam hukuku var.  İslam hukuku olsa, elbette ki caydırıcıdır. Gereğini yapar ve o suçlar silsilesi ortadan kalkar. İslam hukuku yoksa huzuru da bulamayız.

*

Bilelim ki kıblesi bir, Kur’an’ı bir, Peygamberi bir, dili, milleti tümüyle bir olan Müslümanlar, bir ümmettir! Dillerin değişikliği bir kural değildir. Herkes kendi diliyle, kendi şivesiyle konuşabilir. Ama orta yerde bir gerçek var.  O da bin seneden beri bu gerçekle yaşayan bir millet ve Kur’an-ı Kerimin bir dili vardır…

*

Bu itibarla buna dayanarak adım atmamız lazım, buna dayanarak neslimizi o paralelde yaşatmamız lazım, büyütmemiz lazım, çoğaltmamız lazım. Kur’an ne diyorsa, saniyesi saniyesine, dakikası dakikasına, nefes nefese onu tüm hayat damarlarımızda yaşamalıyız, hayatımıza enjekte etmemiz gerekir…

*

Ben Müslüman’ım, Müslümanca yaşıyorum dememiz lazım. Herkesin bunu söylemesi gerekiyor. Ne yazık ki bugün bireyden tutun da topluma kadar, bununla yaşamıyoruz? Millet sırtını bu gerçeklerden çevirmiştir… Ne yaptığının farkında değil, şaşkınlık içerisinde Sonumuz ne olur bilmem? Ama duamız nettir; Allah encamımızı hayreylesin.

En derin saygı ve sevgilerimle.