EMİRDAĞ LÂHİKASI
Ben, Risale-i Nur’a ehemmiyetli hizmet eden kardeşlerimin tarz-ı hayatlarına dikkat ettim, gördüm ki; aynı benim güzeran-ı hayatım gibi, Risale-i Nur gibi bir neticeye göre techiz edilip sevkedilmiş.
Evet; Hüsrev, Feyzi, Hâfız Ali, Nazif gibi çok kardeşlerimizin geçen tarz-ı hayatları bu hizmet-i nuriyeye göre bir vaizye verildiğini onlar hissetikleri gibi; ben de çok has kardeşlerimde, hattâ burada aynen, tarz-ı hayatım gibi böyle bir nuranî meyveyi vermek için tanzim edilmiş görüyorum. Hissetmeyen kısmı, dikkat etseler hissedecekler. Ben kendim, bütün hayatımın hârika kısmını, evvelce ‘’Gavs-ı Âzamın’’ bir silsile-i kerameti telakki ediyordum; şimdi Risale-i Nur’un bir silsile-i kerameti olduğu tebeyyün etti.
Ezcümle: Ben hürriyetten evvel İstanbul’a gelirken yolda -bir iki mühim- ilm-i kelâma ait kitaplar elime geçti: Dikkatle mütalâa ettim. İstanbul’a geldikten sonra, sebepsiz olarak hem ulemayı, hem mektep muallimlerini münâzaraya ‘’Kim ne isterse benden sorsun’’ diye ilân ettim. Medâr-ı hayrettir ki; münâzaraya gelenlerin bütün sordukları suâller, yolda mütalâa ettiğim ve hâfızamda kaldığı mes’elelerdi.
Hem, feylesofların sordukları suâller, hâfızamda bulunan mes’elelerdi. Şimdi anlaşıldı ki; o fevkalâde muvaffakıyet ve benim de haddimden çok ziyade o hodfuruşluk ve mânasız izhâr-ı fazilet ise, ileride Risale-i Nur’un İstanbul’ca ve ulemâca makbuliyetine ve ehemmiyetine zemin hazır etmek imiş.
İkincisi: Hattâ ben, fakir ve muhtaç olduğum ve zâhid ve sofu ve riyazetçi olmadığım ve büyük bir şeref ve haysiyet ve hanedanlık haysiyetinden, şân ü şerefinden hissedar olmadığım halde, tarihçe-i hayatımda yazıldığı gibi, küçükten beri halkların mallarını, hediyelerini kabul edemiyordum; ihtiyacımı izhara tenezzül edemiyordum. Beni bilenler gibi, ben de çok hayret ederdim. Şimdi hâssaten birkaç sene zarfında anlaşıldı ki, Risale-i Nur’un dehşetli bir mücahedesinde, tamâ ve mal yüzünden mağlûb olmamak ve itiraz gelmemek için o hâlet-i ruhiye bize ihsan edilmişti. Yoksa düşmanlarım, o cihetten büyük bir darbe indirecektiler.
Hem ezcümle: Eski Said siyasette çok ileri gittiği halde, Yeni Said de taraftar bulmak için çok muhtaç olduğu zamanda bütün insanları meşgul eden bu beş-altı senedeki beşer tûfanları, siyaset fırtınaları içinde kat’a ve asla beni meşgul etmedi ve merakle mağlûb etmedi ve beş sene, bilmeyi merak etmedim.
Beni bilenler gibi, ben de bu hâle çok hayret ederdim. Hattâ kendi kendime derdim: ‘’Acaba ben mi divâne olmuşum ki, bütün dünyayı kendiyle meşgul eden bu hâdisata bakmıyorum, ehemmiyet vermiyorum. Yoksa insanlar mı divâne olmuşlar*’’ diye hayret içinde idim. Şimdi hem mânevî ihtarla, hem mezkûr hiss-i kablelvuku ile, hem meydandaki Risale-i Nur’un galebe ve serbestiyeti ile tahakkuk etti ki: Risale-i Nurdaki hakikat-ı ihlâs, rıza-yı İlâhîden başka hiçbir şeye âlet ve tâbi olamaz ve Kur’ân’dan başka hiçbir nokta-i istinadı olmadığını isbat etmek için o acîb hâlet-i ruhiye verilmiş.
Said Nursî
* * *
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Meyve’nin Dördüncü Mes’elesi’ndeki bir hakikatın izahını eski Said’in âfâka bakmak damarıyla ve bana hizmet eden kâtibin Ramazan başlarında bayram alâmetini şarkta bir hadisenin tesiriyle heyecanla demesi.. ve bu Ramazan-ı Şerifteki kıymettar vakitleri radyonun malayâniyatıyla zayi etmemesi için mânen kalbime kaç defa ihtar edildi ki; o geniş ve karışık fırtınalı hakikatın kısaca zararlarını beyan eyle.
Ben de gayet muhtasar bazı işaretler nev’inde, Risale-i Nur şâkirdlerinin meraklarını tâdil etmek niyetiyle beyan ediyorum. Fakat hem mes’ele çok geniş, vaktim de dar, hâlim de perişan olmasından, anlamasında zahmet çekeceksiniz, zekâvetinize güveniyorum.
Devam edecek