EMİRDAĞ LÂHİKASI II
Cercis Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çeçkenler gibi sabır ve rıza ile karşıladım. Evet meselâ seksen bir hatasını mahkemede isbat ettiğim bir müdde-i umumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mes’ele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dâhilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.
Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir. “Bir câni yüzünden; onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mes’ul olamaz.” İşte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle âsâyişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dâhile karşı değil, ancak hâricî tecavüze karşı istîmal edilebilir. Mezkûr âyetin düsturu ile vazifemiz, dâhildeki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i İslâmda âsâyişi ihlâl edici dahilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da, aradaki bir iççtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı mâneviyenin en büyük şartı da; vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenâb-ı Hakk’a âittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”
Ben de Celâleddin Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i îmaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenâb-ı Hakkın vazifesidir.” deyip ihlâs ile hareket etmeyi Kur’ân’dan ders almışım.
Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket müsbet bir şekilde mânevî tahribata karşı mânevî, ihlâs sırrı ile hareket etmektir. Hâriçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenâb-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak âsâyişi muhafaza iççin müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hâriçteki cihad-ı mâneviyedeki fark pek azîmdir.
Bir mes’ele dahha var: O da çok ehemmiyetlidir. Hükm-ü Kur’ân’a göre, bu zamanda mimsiz medeniyetin icabatından olarak hâcât-ı zaruriye dörtten yirmiye çıkmış. Tiryakilikle, görenekle ve itiyadla hâcât-ı gayr-i zaruriye, hâcât-ı zaruriye hükmüne geçmiş. Âhirete îman ettiği halde, “zaruret var” diye ve zaruret zanniyle dünya menfaati ve maişet derdi için dünyayı âhirete tercih ediyor.
Kırk sene evvel, bir başkumandan beni bir parça dünyaya alıştırmak için bâzı kumandanları, hattâ hocaları benim yanıma gönderdi.
Onlar dediler: “Biz şimdi mecburuz kâidesiyle Avrupa’nın bâzı usullerini medeniyetin icaplarını taklide mecburuz.” dediler.
Ben de dedim: “Çok aldanmışsınız. Zaruret su’-i ihtiyardan gelse, kat’iyyen doğru değildir; haramı helâl etmez. Su’-i ihtiyardan gelmezse, yâni zaruret haram yoluyla olmamış ise, zararı yok.
Meselâ: Bir adam su-i ihtiyarı ile haram bir tarzda kendini sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa; hüküm aleyhine câri olur, mâzur sayılmaz, ceza görür. Çünkü, su-i ihtiyarı ile bu zaruret meydana gelmiştir. Fakat bir meczub çocuk cezbe halinde birisini vursa, mâzurdur. Ceza görmez. Çünkü ihtiyârı dâhilinde değildir.”
Devam edecek