Emirdağ Lahikası

Aziz, Sıddık Kardeşlerim!

Bir bîçare vesveseli ve hassas ve dinsizlerle görüşen bir adam, meşhur dua-i nebevî olan Cevşenü’l-Kebîr hakkında ve akıl haricindeki sevap ve faziletine dair bir Hadîsi görmüş, şüpheye düşmüş. Demiş:

‘’Râvi, Ehl-i Beytin imamlarındandır. Halbuki hadsiz bir mübalâğa görünüyor. Meselâ içinde der: Bu duaya Kurân kadar sevap verilir. Hem göklerdeki büyük melâikeler, o dua sahibini gördükçe kürsilerinden inip ona pek büyük bir tevazu ile hürmet ederler. Bu ise, aklın ve mantığın mikyaslarına gelmez’’ diye, Risale-i Nur’dan imdad istedi. Ben de Kur’ân’dan ve Cevşenden ve Nurlardan gayet kat’î ve tam akıl ve hikmete mutâbık bir cevap verdim. Size gayet kısa bir icmalini beyan ediyorum. Şöyle ki: Ona dedim:

Evvelâ: Yirmidördüncü Sözün Üçüncü Dalında on adet ‘’usûl’’ var, böyle şüpheleri esasiyle keser, izale eder. Ona bak, cevabını al.

Saniyen: Her gün büyün ümmet kadar hasenat ona işlenen ve bütün ümmetin saadetlerine yardım eden ve ism-i âzamın mazharı ve kâinatın çekirdek-i aslîsi, hem en mükemmel ve câmi meyvesi olan Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o duanın kendi hakkında o azîm mertebesini görmüş, ona haber veren Cebrail Aleyhisselâmdan işitmiş, başkalarını kendine kıyas etmiş veya edilmiş. Demek o pek fevkalâde ve acib sevap, Zât-ı Ahmediyenin (A.S.M.) velâyet-i kübrâsından ona gelmiş. Küllî, umumî değil, belki o duanın mahiyetinde böyle hârika bir kıymet var ve ism-i âzam mazharı olan zâtın tebaiyetiyle başkalara dahi o sevap mümkündür; fakat gayet ehemmiyetli şartları var, yalnız okumak kâfi gelmez. Yoksa müvazene-i ahkâmı bozar, farzlara ilişir.

Sâlisen: O dua, nasılki Zât-ı Ahmediyeye baktığı vakit mübalâğadan münezzeh ve ayn-ı hakikat oluyor; öyle de: O duadaki yüzer Esmâ-i Hüsnanın hakikatlarına baktığı zaman, değil mübalâğa, belki onların nihayetsiz tecellilerinden gelmesi mümkün ve gelebilen feyüzlerin nihayetsizliğini göstermek için pek az bir kısmını Muhbir-i Sâdık (A.S.M.) haber vermiş ve teşvik için müphem ve mutlak bırakmış. Sonra mürur-u zamanla o kaziye-i mümkine ve mutlaka, bilfiil vâki ve külliye telakki edilmiş.

Râbian: Yirminci Lem’a-i İhlâs’da bir adama beşyüz senelik bir genişlikte bir cennet verilmesine dair olan bir hâşiye var. Ona da bak, gör ki; o koca cennetin verilmesi, bilmediğimiz tarzda bir mâlikiyet değil, belki insan nasıl hususî hanesine çok cihetlerle mâliktir, sahiptir; öyle de; zemin yüzündeki şeylere çok duygulariyle bir nevi mâliktir, tasarruf ve istifade edebilir.

Hem, koca dünyayı, benim hanemdir, bana vermiş ve güneş lâmbamdır diyebilir. Demek bâzı fevkalhad, hârika ve akıl haricindeki bir kısım sevaplar, bu mezkûr hakikata bakar.

Hem İslâmiyette her sevabın, her fazilet-i a’mâlin en evvel mazharı ve bizlerin bir duada bir zerre sevabımızda, o duada bir dağ kadar sevap ve feyzi kazanan Zât-ı Ahmediye (A.S.M.), hususî virdler ve dualar ve şeriat ve risalet cihetiyle değil, belki velâyet-i Ahmediye noktasında ve umumî olmayan derslerinde, kendine verilen en yüksek mertebeyi beyan eder. Kendine tam tebaiyet eden has vârislerini, o noktalara teşvik eder dedim. O vesvese edip şüphelere düşen adam -Lillâhilhamd- kurtuldu, tam kanaatı geldi. Belki sizin bâzılarınıza faidesi var diye size de gönderdim.

Umumunuza binler selâm...

BU FIKRA BİR DERECE MAHREMDİR YALNIZ HASLARA MAHSUSTUR

Aziz, Sıddık Kardeşlerim!

Çok defa hatırıma geliyordu ki: ‘’Neden herkesten ziyade medreseden çıkanlar Risale-i Nur’a sarılmaları lâzım iken, en ziyade çekinen, onlardan resmî vazifeyi alanlardır*’’

Şimdi birden hatıra gelen cevabın bri az kısmını beyan etmek lâzım geldi.

Devam Edecek